21 Mart 2017 Salı

Emre Tilev Röportaj

“Kim koydu o direği oraya?”,“ Ne 89’a ne 91’e tam 90’a tam.”, “Öptük alnından.” gibi farklı gol sevinçleriyle bildiğimiz ünlü spor spikeri Emre Tilev, medyada fark yaratmanın önemi vurgularken, anlatıcılık ile yorumculuğun farklı olduğunu ve birbirine karıştırılmaması gerektiğini ifade etti.



Emre Tilev eski bir atlet, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Gıda Mühendisliği mezunu, Arel Üniversitesi’nde öğretim görevlisi, gazeteci, yazar ve spiker. Türkiye’de 5000’den fazla maç anlatan, spikerlik ile ilgili ödüller alan, anlatımıyla fark yaratan Tilev, bu serüvenin nasıl başladığını anlattı ve bu işi yapmak isteyen gençlere tavsiyelerde bulundu.

Spor spikerliğinden önce sporcu geçmişiniz vardı değil mi?

İzmir’e ilkokul 3’te geçmiştim. Ankara’dan İzmir’e babam tayin olunca İlkokul 3’te İzmir’e taşınmıştık. 4.sınıfı İzmir’de okudum. Ben Güzelyalı çocuğum. Bizim evin karşısında Göztepe Stadı vardı. Orada insanlar koşuyorlardı. Yanlarına gittim. Bende koşayım mı? Dedim. Koş dediler ve ben ardıma baktığımda 3 ay dır koştuğumu fark ettim. Bana resim, ikametgah, nüfus cüzdanı sordular lisans için. Ailenle konuş dediler. Babama söyledim konuşmaya gittik. Benim dayım eski Türkiye Şampiyonu 100,200,400 metrelerde. Onun hocası çıktı. Demek ki genlerde de var koşar dediler. Atletizm maceram başlamış oldu. Lise sona kadar devam etti ama arada bir trafik kazası neticesinde pelvis kemiklerim kırıldı. Atletizm yapmamış biri olmasaydım kazadan sonra çok uzun süre yürüyememe durumu ile karşı karşıya kalabilirdim. 6 ay içerisinde yeniden yürüdüm. İlk 3-4 ay yatağa bağlıydı. Sonraki 2 ay terapi ile geçti. Hatta okul anlamında kayıp dönemim de olmadı. Çünkü ben Mayıs ayında kaza geçirmiştim. Yeni dönem açılmadan sağlığıma kavuşmuştum.


Merakın yanında bilgi de önemlidir.  Bu bilgiler nereden geliyordu?

Yatağa bağlı kaldığım süreçte çok kitap okudum. Küçüklükten beri spora merakım vardı. O zamanlar internet ve sosyal medya gibi kavramlar bize çok uzak şeylerdi. Gazeteleri keserdim. Küpürlerini kesip saklardım. O küfürler hala evin bodrumunda duruyor. Annem arada "Bunları ne yapacağız? Atalım istersen." diyor ama atamıyorum. 1980'den itibaren küpürleri kesmeye başlamıştım. Sadece spor haberleri değil ilginç haberler de kesiyordum. Bende hala 12 Eylül İhtilali'nin ertesi gün çıkan gazetelerin küpürleri vardır. Vardır diye tahmin ediyorum. Birileri atmadıysa. (Gülüyor) Çünkü uzun süredir oraya uğrayamadım. O süreçte spora daha çok merak salıyorsunuz. Çünkü yataktasınız, birileri bir şeyler yapıyor siz yapamıyorsunuz. Bir de çoklu televizyon kanalı yoktu ama biz EPT Kanalı olduğu için şanslıydık. EPT Yunan kanalıydı ve biz evde tencere gibi antenlerle Yunan kanallarını izleyebiliyorduk. Yunan kanalları sportif faaliyetlere TRT'den daha fazla yer verirdi. Hayatımda ilk kez Formula 1 yarışını Yunan kanalında izledim.  Nasıl bir spor olduğunu ve kurallarını o zaman öğrenmiştim. Bu olaydan yıllar sonra 1994 yılında Türkiye’de ilk kez Formula 1 anlatacak birisi olarak o kuralları bilmek bana çok büyük bir avantaj sağlamıştı.

Spikerlik serüveni nasıl başladı?

Zaten ben küçüklükten beri spiker olmak istiyordum. Bir şeyi anlatma becerimin iyi olduğunu herkes söylerdi. Kolay ve basit anlatırdım. İlkokulda bile müsamerelerde ben sunucu olurdum. Bir şeyler sunma, anlatma merakım hep vardı ama daha çok yoğunlaştığı süreç farklı sporlardaki yükselişti. Artistlik patinajın Türkiye’de daha yoğun izlenildiği dönemler 1980-1985 arası, Katarina Witt’in ortaya çıkışı, jimnastiğin özellikle Nadia Comeneci ile birlikte, atletizmde  Alberto Juantorena, Sermet Timurlenk, Mehmet Yurdadön, Mehmet Terzi gibi isimlerle  başlayan bu süreç beni daha çok kendine çekti. Askeri okul okumamıştım. Düz lisede ben sözel bölüm okuduktan sonra iletişim sektörüne geçiş yapmayı düşünüyordum ama annem fen bölümü okumamı istemişti. Ben de fen bölümü okurken İzmir’de yerel bir dergide sporla ilgili yayınlar yapmaya başladım. Ağırlıklı olarak Ege Üniversitesi öğrencilerinin bulunduğu bir dergiydi. Derginin bünyesindeki tek lise öğrencisi bendim. Böyle güzel bir tecrübemde olmuştu. Üniversiteyi kazandığımdaTürkiye’de ilk kez yerel radyolar kuruldu. Radyo akımı başladı. Bende orada Bafra FM’de radyo programı yapmaya başladım. Klasik müzik programı yapmaya başladım. Babam opera sanatçısı olduğu için klasik müzikle aram çok iyidir. O programdan sonra Bafra’da yerel televizyon kurulma çalışmaları başlamıştı. Dayımda orada tabip ve tanınan birisi konumunda. Belediye Başkanı ile konuşmasını rica ettim ve konuştu. O sıralarda belediye, siyasi program yapacak birini arıyordu. “Ben yaparım.” dedim. Belediye Başkanı ile bir akşam program yaptık. Benim yaptığım yayından sonra seçim yapıldı ve seçimi yayın yaptığım başkan kazandı. Sonrasında beni çok sevdi ve “Gözde Tv’nin çoğu işini sana bırakıyoruz. Sen yap.” dedi. Orada 8 aylık bir süreçten sonra Samsun’dan yerel televizyon STV’den teklif geldi. 1993 yılında STV’ye geçtim. O dönemlerde yayıncılık anlamında havuz sistemi yok. Avrupa maçlarını TRT yayınlarken biz oradan çalıp yayınlıyorduk. Bende onları anlatmaya başladım. O dönemler Bafra Şu anki adıyla PTT 1.Lig olan 1.Lig’deydi. Bafra’nın maçlarını anlatıyordum. Bafra maçlarından Samsunspor maçlarını anlatmaya dönüştü. Samsun’dan daha yoğun haberler yapmaya başladım. Tamamen kendi yarattığım formatla yarışma programı yaptım. Bir gün İstanbul’a gelmeye karar verdim. İstanbul’da tanıdığım kimse yoktu. İlker Yasin’in yanına gitmeye karar verdim. Kendisinden randevu istedim ama vermedi. Bir gün Hürriyet Gazetesi önüünde arabasından inerken hemen önüne geçip durumumu izah ettim. İlker Bey: “Yarın gel.” dedi. Gittim, konuştuk ve konuşmanın sonunda “Biz seni ararız.” dedi. 1993 yılı Kasım ayıydı. Ne Kasım’da ne Aralık’ta ne de Ocak’ta aramadılar. Şubat ayında babamın Tarcan Gönenç adında bir tanıdığı var. O dönemde orada önemli bir konumdaydı Tarcan Abi. Onun ismi le gittim İlker Abi’nin yanına. İlker Yasin çok zeki biri, hemen tanıdı. “Deneyeceğiz.” dedi. Serüven böyle başladı.


Bu serüvende kısa bir süre sonra bir çok ilklerde ve enlerde yer aldınız. Cine5 ve Süperspor’un kurulumu, yüksek sayıda maç anlatımı gibi.  O süreç nasıldı?

Biz  Türkiye’nin ilk televizyoncuları olduğumuz için bir çok ilke imza attık. Bugün dijital platform olarak adlandırılan Dijitürk, D-Smart gibi oluşumları biz 1994 yılında Cine5’te ilk biz kurmuştuk. Cine5’in kurulumunda yer aldım. Bugün spor kanalları NTV Spor, A Spor, TRT Spor var. Biz o zaman Süperspor kanalını kurduk. Şu anda bütün liglerin ülkesel yayılımı var. Biz o zaman bütün ligleri aynı çatı altında topladık. İngiltere Premier Lig, Hollanda Ligi, Almanya Ligi, La Liga(İspanya), Portekiz Ligi, İskoçya Ligi, Fransa Ligi… O kadar çok lig vardı ki biz maç seçerdik. İtalya Ligi’ni yayınlamazdık bile. Ben bir günde 6 tane lig maçı anlattığımı bilirim. 12.00’de Premier Lig maçı, 16.00’da İtalya Ligi maçı, 19.00’da radyoya bir maç anlatımı, 21.30 da bir maç, 23.00’da Fransa Ligi maçı, 01.00 gibi Portekiz  Ligi maçı anlattım ve 03.00 gibi ancak eve gidebilmiştim. O kadar yoğun çalışıyorduk ki günlerce şirkette kalıyorduk. Eve gitmezdik. 5 Mart 1998’de evlendim, 8 Mart’ta program sunuyordum. 


Formula 1’i ülkeye ilk anlatanlardandınız değil mi?

1995’ten itibaren 3 yıl Formula 1 anlattım. İlk F1 yarış literatürünü biz oluşturduk. Bizden sonra insanlar bu sporla ilgili bir şeyler öğrenmeye başladılar. Formula 1’in ne olduğunu çoğu kişi bilmiyordu. “Bunlar ne böyle? Arabalar dönüp duruyor.” Diyenler vardı. Okay Karacan bir süre F1 anlattı. Sonra Serhan Acar anlatmaya başladı. Hala da Serhan anlatıyor. Bence anlatma modeli olarak çok iyi bir adam. Bilgisi hepimizden yüksek ama iyi bir anlatıcı değil, iyi bir yorumcu. Anlatıcılık ile yorumculuk birbirinden çok farklı kavramlar. Türkiye bunu karıştırıyor. Her anlatıcı kendini spiker zannediyor. Problem burada başlıyor. Anlatıcı ile yorumcu çok farklı şeyler. Erman Toroğlu’nun maç anlatması gibi. Erman Toroğlu’nun maç anlatmasını dinlemem  yani. Aynı şekilde Kaan Kural’ın basketbol maçı anlatmasını dinlemem.  1996’da illegal şekilde yayınladık. Çünkü yayıncı kuruluş TRT idi. Biz o zaman Show Radyo’ya anlatıyorduk. 2000’de de illegal, yine Show Radyo’ya anlattık. 1998 Dünya Kupası’nda aynı şekilde telefondan radyoya anlattık. Biz 2006’nın yayıncı kuruluşuyduk. İlk kez özel bir yayıncı (Kanal 1) yerinden yayın yaptı. Ben de orada hem muhabirlik hem de spikerlik yaptım.

Maçlara hazırlanma süreciniz nasıl peki?

Bana göre bu işin en önemli noktası bilgi. Benim söylediğim üç kavram var. Yaşamımın felsefinde de bu kavramlar var. Birinci felsefe, mutlak suretle merhametli olmak. İnsan doğasında merhamet kavramı mutlaka olmalı. Futbolcuyu da, hakemi de, taraftarları da merhametli izlediğinizde empati yapmanız daha kolay olabiliyor. İkinci olarak bilgi kavramı çok önemli. Bir şeye bilgi katmanız, doğal olarak ta çok okuyup çok öğrenmeniz lazım. Üçüncüsü ile benim için çok önemli, hazırlık dönemi. Bir mahalle maçı dahi olsa ben maçtan 2-3 gün önce hazırlanmaya başlarım. Şimdi Google çıktı, sözlükler çıktı, mertlik bozuldu. (Gülüyor.) Artık 3 saat önceden de maç anlatanları görüyorum. Ben oturarak, yazarak çalışmayı severim. Aklımdakileri kağıda dökerim. Hatta bir gün İlker Abi bana “Bunlar ne böyle? Bu kadar bilgi ile maça mı gidilir?” dedi. Ben çok bilgiyle maça giderim ama hepsini kullanmam. Yeri ve zamanı geldiğinde kullanmaya çalışırım. 


O meşhur gol sevinçleri nasıl meydana geldi?

Allah’a şükürler olsun ki bana Türkiye’nin en özel ve ünlü maçlarını anlatmak nasip oldu. Aslında pek çok kişi anlattı ama konuşturan sayısı azdı. Ben hep farklı olma öğesini aradım. Herkes maç anlatabilir ama sizin bir farkınız olmalı. Ben o yüzden “Kim koydu o direği oraya?” dedim. (Beşiktaş-Stoke City mücadelesinde Quaresma’nın direkten dönen şutu için.) Çünkü seyirci de “Hakikaten  o direği kim koydu? Ne güzel gol olacaktı. Tüh!” dedi. Deivid Fenerbahçe forması ile Sevilla’ya gol attığında “Öptük alnından.” dedim. Çünkü herkesin aklından, içinden o geçti. Ben herkesin sesi olmaya çalıştım. Farklı cümleler bulmaya çalıştım.  Ertem Şener ile beraber çok yapıyorduk. Baros gol attığında “Milan Baros, bu gol çok hoş.” diyelim dedik ama çoğu doğaçlama oldu. Ertem’in anlattıklarında da doğaçlama bir biçimde olduğunu biliyorum. Çok kitap okuyorum. Her gece ortalama yarım kitap bitiriyorum. Okudukça farklı cümleler farklı duygular yaşatıyor. Okuduğum bir kitapta  “New York sokaklarında sessizliğin sesi hakimdi.” Çok hoşuma gitmişti. O cümleyi aldım. Bir Beşiktaş maçında Beşiktaş beklenmedik bir anda gol yedi ve “İnonü sessizliğin sesini yaşıyor.” dedim. İnsanların ilgisini çekti. Ertesi gün spor köşelerinde bile yer aldı. En önemli şey kendi tarzını yaratmak. Kimsenin taklidi olmamalı. Güntekin Onay olmasın, Ertem Şener olmasın, Murat Kosova olmasın, Emre Tilev olmasın. Kendi olsun. Kendi gibi olduğunda zaten fark yaratmış oluyor. 


Son yıllarda iyi spikerlere rastlayamıyoruz. Bunun sebepleri neler olabilir?

Fabrikasyon oldu. Neden fabrikasyon oldu? Lig Tv bütün yayınları almış durumda. Cuma günü İngiltere Premier Ligi’nden bir maç anlatıyorsun. Cumartesi Spor Toto Süper Lig maçı anlatıyorsun. Pazar Fransa Ligi anlatıyorsun. Pazartesi İtalya Ligi anlatıyorsun.  Ben Süperspor’da 6 maç anlattığımda bile fabrikasyon olarak düşünmeyip hazırlandım. Fabrikasyon olduğunu düşündüğünde hatalar yapıyorsun. “Ben bunu anlatıyorum zaten.” Diye düşünerek rutine bağlanıyor. Bir yanda normal bir ekmek fabrikasından çıkan simit var, bir de Çengelköy’de taş fırından aldığın simit var. Ben Çengelköy’deki taş fırın olmaya gayret ediyorum. Sen maç anlatırken Ali’ye Veli dersen insanlar bunu bir kere kabul eder ama ikisinde etmez. Maçı rutin bir şekilde herkes anlatır. Farklı olmak gerekir. Çünkü farklı olduğunda konuşulursun. Bunu konularda bana Halit Kıvanç’ın yardımı olmuştur. Bana “Maça giderken bir kamyon bilgi ile git ama yeri gelir hiç birini kullanmazsın.” dedi.

O kadar fazla müsabaka anlattınız. Birçok anı birikmiştir. Bunları kaleme almayı düşünüyor musunuz?

İki kitap yazıyorum şu anda. Biri “Oğluma Mektuplar” bitmek üzere, son aşamalarındayım . Diğeri “Spikerin Notları” kendi yaşadığım deneyimlerin yer aldığı bir kitap olacak. Ona daha yeni başlayabildim 3-4 seneye ancak biter.

Bu işi yapmak isteyen gençlere neler tavsiye edersiniz?

Yılmasınlar. Televizyonculuk sektörü çok zor bir süreç yaşıyor. Çok sert bir virajı dönüyor. Sakın “Biz televizyoncu olamayacağız. Gazeteci olamayacağız.” Demesinler. Bugun baktığımızda  televizyon anlayışına IP TV denilen yapı çok önemli bir destek veriyor. Kendi kanallarını kurabiliyorlar, kendi gazetelerini bloglarında yapabiliyorlar. Bunlardan hiç vazgeçmesinler. Çünkü bunlar gün geçtikçe daha çok ön plana çıkacak. 

      

20 Mart 2017 Pazartesi

Bir çocuk düşünün... (Arda Turan'ın Barcelona'ya transferi hakkında)

Bir çocuk düşünün; İstanbul sokaklarında çatlak duvarlara topu çarptırarak vakit geçiren, ayağından topu ayırmayan ve akşam ezanı okunana kadar onunla ve arkadaşlarıyla birlikte olan. Her çocuk gibi onun da hayalleri vardı. Çok az insan büyüdüğünde hayallerini gerçekleştirir. Ama bir çocuk var ki büyük futbolcu olma hayalini gerçekleştirdi. Hem de dünyanın en iyi kulübüne transfer olarak kendi gibi hayal kuran çocukların yollarına ışık tuttu. İstenirse neler yapılabileceğini gösterdi. Evet o çocuk 6 Ocak’ta Barcelona ile ilk resmi maçına çıkacak olan Arda Turan.

Arda’nın aklında çocukluktan bu yana futbolculuk yatıyordu. Hatta babası Adnan Turan “Arda’nın emeklemeye başlamasıyla topun peşinden koşması bir oldu. 5-6 yaşında sokağa çıkıyordu. Şimdi lisenin olduğu yer boş araziydi. 15-16 hatta 20 yaşındaki insanlarla top oynuyordu. Kendinden küçüklerle ya da akranları ile hiç top oynamadı. 10 yaşında Altıntepsi Kulübü’ne geldi, 1,5 sene burada oynadıktan sonra Galatasaray Kulübü’ne seçmelere gitti, kazandı.” diyor. Arda sokakta oyun oynayan son, evde atari ile oyun oynayan ilk jenerasyondan denebilir. Hülya Avşar’a konuk olduğu programda Arda sokak ile ilgili : “Sokakta top oynayan çocuk küfür etmeyi öğrenir. Ama anneye küfür etmemesi gerektiğini de öğrenir. Çok ince bir çizgidir sokak. Artık sokaklarda top oynayan çocuklar azaldı, hepsi bilgisayar başında…” demişti. Haklıydı. Şimdi dışarıda top oynayan, saklambaç, misket, şile oynayan kaç çocuk kaldı? Oyun alanı çevresindeki yaşlı teyzelerin ve amcaların oyunları başka alanda oynamaları için attığı azarları bilenlerden Arda. Bu yazıyı sitelerde büyüyen, evden çıkmayan, zengin çocuğu ve hep parayla kulüplerde oynayan birinin transferi olsa yazmazdık. Arda Turan’ın bu kadar sevilmesinin ve konuşulmasının sebebi; sokaklarda oynayarak büyümesi, büyüklerine saygı-küçüklerine sevgiyi ihmal etmemesi, vefalı olması, kısaca “bizden, içimizden biri” derler ya onun içindir.



Sokaklarda top peşinde koşturan o çocuk önce oynadığı amatör kulüpten Galatasaray’a gitti. Gençti ve Manisaspor’a kiralandı. Kiralık oynadığı dönemde futbolu bile bırakmayı düşünecek kadar olaylar yaşayan Arda’yı, babası ve yakın çevresi ikna etti. O genç adam tekrar Galatasaray’a döndüğünde artık herkesin dikkatini çeken biri olmuştu. Öyle olmasa Galatasaray gibi büyük bir takımda sonraki sezonlarda 10 numaralı formayı giyip kaptan olarak sahaya çıkamazdı. Belli bir süre sonra Arda Süper Lig’e fazla gelmeye başlamıştı. Türkiye’de dursa hem spor hem de magazin basını Arda’ya rahat vermeyecekti. İspanya’ya gitti. Hem de Barcelona ve Real Madrid ile beraber zirve yarışında olan Atletico Madrid’e transfer oldu. Kamuoyunun büyük çoğunluğu orada başarısız olacağını ve kısa bir süre sonra Türkiye’ye döneceğini düşünse de Arda her gün daha iyiye gitti. O kadar iyiye gitti ki takımda 10 numaralı forma ile de oynadı. Falcao ve Diego Costa’nın gidişinden sonra sorumluluğu iyice arttı. Arda hep üstüne koyarak ilerledi ve daha büyük takımların radarına girmeye başladı. Barcelona’dan önce Paris Saint Germain, Chelsea, Manchester United gibi takımlarla anıldı ama Arda öyle bir takıma transfer oldu ki bu takımların o kadar değeri yoktu. Arda Barcelona’ya transfer oldu. Hem de Barcelona 6 aylık transfer yasağı olmasına rağmen Arda’yı 6 ay da olsa bekletmeyi bile göze alarak transfer etti. Arda bu 6 ay Barcelona ile hiçbir maça çıkamasa da idmanlara çıktı. Milli takım açısından da Fatih Terim maç oynamayan Arda’ya şans verdi ve ‘Koca kafa’ Türkiye Milli Takımı’na da önderlik ederek büyük katkı sağladı.



Büyük gün geldi çattı. Arda Turan 6 Ocak’ta Espanyol ile oynanacak olan Kral Kupası mücadelesinde Barcelona ile ilk resmi maçına çıkacak. Hem de sırtında  Luis Figo, Javier Saviola, Henrik Larsson, Gudjohnsen ve David Villa ve Pedro gibi isimlerin giydiği “7” numara olacak. Daha önce bir çok Türk ya da Türk kökenli oyuncu büyük takımlara gitti ama neden Arda çok konuşuluyor? Mesut Özil, Nuri Şahin, Hamit Altıntop, İlkay Gündoğan gibi isimler var ama onlar Almanya’da doğup yetişen isimler. Arda tamamen bu topraklardan, taşlarla kale direklerinin belirlendiği sokaktaki sahalardan, Bayrampaşa’nın amatör Altıntepsi Kulübü’nden, tamamen içimizden biri de ondan. O kadar başarı ve paraya rağmen hala öyle de ondan.  Arda’nın Barcelona’ya gitmesi sadece sevinç ve gurur veren bir olay değil. Arda’nın Barcelona’ya gitmesi demek; çok istekli çalışılırsa sokakta top oynayan çocukların, ülke futbolu altyapı olarak zayıf olsa da büyük kulüplere gidilebileceğinin, gece yatakta uykuyu beklerken kurulan hayallerden vazgeçilmemesinin bir göstergesi. Sokakta oynayan kaç çocuk kaldıysa hepsine umut ışığı… Barcelona 6 ay gibi bir süre oynatamayacağını bildiği halde bir oyuncuyu alıyorsa kısa vadeli planı yoktur. Barça’nın zaten kısa vadeli hiçbir şeyi yoktur. Arda Turan artık dünyanın iyi kulübünde. Spikerlerin “El Turco” diye sesleneceği nice maçlara ‘Koca Kafa’.

14 Mart 2017 Salı

Cemil Şahin Röportaj


İşler Güçler dizisinde Cavit, Kardeş Payı dizisinde Kartal rolleri ile seyircileri güldüren Cemil Şahin bu karakterlerde çok fazla doğaçlama yapmadığını ve %98 metne bağlı kaldığını söyledi. Buna rağmen böyle güzel işler çıkmasının arkasındaki en önemli kişinin Selçuk Aydemir olduğunun altını kalın bir kalemle çizdi. İşte Cemil Şahin'den son yılların başarılı ve komik ekibine dair görüşleri...

Selçuk Aydemir ve ekibi ile nasıl tanıştınız?

İlk Yazı Tura’yı açtığım dönemlerde Selçuk Hoca (Selçuk Aydemir) ile Ahmet Abi (Ahmet Kural) İşler Güçler’in görüşmesini yapıyorlarmış. Ben de sonrada öğrendim. İşler Güçler başlamamış ama başlaması çok yakın. Görüşmeler bitiyor. Selçuk Hoca nargileyi çok sever. Bizim barın yanında bir nargileci vardı. Orada vakit geçiriyorlardı. Ben de o dönem Çalgı Çengi’yi inanılmaz derecede takip ediyorum. Yeni izledim ama sonrasında 17-18 defa daha izledim. Bende inanılmaz bir etki bıraktı. Çalgı Çengi’yi severek, sıkılmadan izlemem, izleme sayımı da arttırdı. Şöyle olaylar yaşıyorduk arkadaşlarımla: “Çalgı Çengi’yi izlemeyen var mı?” diyordum. İzlemeyen bir kişi bile çıksa: “İzlemedin mi? Nasıl izlemedin? Hadi izleyelim.” diyordum. O aralar da da Ahmet Kural ve Murat Cemcir’in Behzat Ç’ye konuk oldukları bölüm vardı. Onu izliyordum bilgisayarımdan. Arkadaşım geldi “Dışarıda bir grup var. Nargile ve bira istiyorlarmış.” Yan dükkandaki nargileci arkadaşım da bana “Ben nargileyi veririm sende alkolü verirsin, beraber halledelim mi?” dedi. “Tamam.” dedim. Bakmak için dışarıya çıktım. Ahmet Kural, Selçuk Aydemir, Murat Cemcir ekiple beraber dışarda. Selçuk Aydemir’e o dönemde giderek artan hayranlığım var. Çalgı Çengi’den sonra araştırmaya başladım. Üsküdar’a Giderken’i biliyordum. Ramazan Güzeldir’i sonradan internetten izledim. Çalgı Çengi’yi izledikten sonra “Bu adam hayran olunması gereken bir adam.” noktasına geldim. İnternette yayınlanıp ta izlemediğim hiçbir işi kalmamıştır. Eminim. Tam da o dönemde dükkanın önünde gördüm. Orda tanıştık, konuştuk. O konuşmadan büyük bir sıcaklık hissetmişler. Ben de öyle hissetmiştim. 


İşler Güçler’e dahil olma süreci nasıl gelişti?


Sonra İşler Güçler başladı. Bölümlerinin bazılarını burada beraber izliyorlardı. Ben düzeneği ayarlıyordum. 3-5 kişi de olsa gelip izliyorlardı. Bu süreç böyle devam ederken bir gün Selçuk Hoca’ya rica ettim: “1 bölüm oynayayım, anı olsun bende. Çok istiyorum böyle bir şeyi.” dedim. “Bekle biraz, bakarız” tarzında bir şeyler söyledi. İçim kıpır kıpır. Selçuk Hoca’nın çok güzel bir şekilde insan kazanma özelliği var. Mesela Cavit’i kafasında belirlemiş, tipinin nasıl olacağını çizmiş bile haberimiz yok. Bana o rol telefon edildiğinde “Selçuk Hoca sizden şu sahnede şöyle bir şey oynamanızı istiyor.” dendiğinde ben motorsiklet kullanıyordum. Motoru ayağa aldım, “Aaahh” diye bağırdım yolda. Sonra tekrar yoluma devam ettim. Mail adresini yolladım. Mail geldi. Okudum. Ben bir bölüm oynayacağım sanıyordum. Sete gittiğimde öğrendim durumun ne olduğunu. Ahmet Abi beni sette gördü, sarıldık. Selçuk Hoca’ya “ Selçuk, Cemil’in ne işi var burda?” dediğinde Selçuk Aydemir “Artık bizimle çalışacak.” dedi. Set ortamında sesli bağıramadığım için içime doğru bağırdım bu sefer. Çünkü sen bir bölüm, bir sahne olarak gidiyorsun. İşler Güçler macerası böyle başlamış oldu.


Oyuncu olmak ve Selçuk Aydemir ile çalışmak nasıl bir duygu?

Zaten oyuncu olmak için İstanbul’a gelmişim. Ben işletmecilik yapmak için değil oyuncu olmak için geldim. Neyi ne zaman yapacağını bilmiyorsun. Saçma sapan bir sürü işe talip oluyorsun, sana gelen bir iş yok. Seçici olmaktan ziyade sadece oyunculuk yapmak isteyeceği dönemler oluyor insanda. O dönemleri ben iyi ki çok kısa sürede atlattım.  Önemli olan sadece iş değil işin çok kalitesi olmasıymış. Onu erken öğrendim en azından. Yazı Tura’yı açarak İstanbul’da kalabilme sorununu çözmüşüm. O sorun da olmadıkça kaliteli iş dışında heba olmak istemedim. Selçuk Hoca’ya söyledim bir bölümlük konusunu. Kafasında bir şeyler var ama Selçuk Hoca kesinleşmeden bir şey söylemez. Onun disiplinine hayranım. Selçuk Hoca ile tanışana kadar disiplinin çok önemli bir faktör olduğuna inanan biri değildim. Tanıştıktan sonra ummadığın anda sana dünyaları verebiliyor  ve senden tek bir şey istiyor: “İyi bir insan ol, projeye inan ve benim değer verip çalıştığım kadar sen de çalış. Onun çalıştığı kadar çalışabilen çok kişi olmuyor zaten. O her alanıyla ilgileniyor. Yazmak, yönetmek, mekanlar, bütçeler ve gerçek anlamda her şey ile uğraşıyor. Sahneyi yazarken nasıl çekeceğini bilerek yazıyor. Oyuncunun okuduğunda, o sahneyi nasıl oynayacağını , karşısına nasıl geleceğini biliyor. Disiplinle geleceğinden emin. Gelmediği zaman inanılmaz derecede sinirli olabiliyor. Eğer onun her şeyi hazır ettiği ortamda biz hazır değilsek  çok sinirleneceğini düşünüyorum. Hiç görmedim ama öyle olacağını düşünüyorum. Bazen heyecanlandığımızda çok tekrar çekebiliyoruz, espriyi bazen anlamayabiliyoruz yardımcı oluyor, çünkü çalıştığımızı görüyor. Çalıştığımızı görmediği bir noktada karşılaşsam parçalar yani! (Gülerek)

Sonrası nasıl gelişti?

Ben hocanın dibinden ayrılmıyorum. Bizim kafeye geldiği dönemde hizmette hiç kusur etmemeye çalışıyordum. Şöyle örnek vereyim: İyi bir çıraksın, ustanı bulmuşsun. Öyle bir mutluluk. Sürekli etrafında yer almaya çalışıyorum. Onun yanında olmak için kendime işler uyduruyorum; nargilesinin közünü ben değiştireyim, çayı bitmişse ben doldurayım gibi. Çünkü sürekli yanında olmak istiyorsun. İlk gün ki gibi aynı şekilde devam ediyor. İş ortağım oldu, öz abim gibi kıymetli, her projede küçük büyük demeden bana güzel kapılar açıyor. Kafasında bir sürü planı var. Setin dışında büyük bir abi-kardeşliğimiz var ona çok inanıyorum mesela. Hala değişmeyen duygu “aradığım ustamı bulmuş” olmanın verdiği mutluluk. Çok güzel bir yapısı var Selçuk Aydemir’in. Onunla çalıştığım için çok mutluyum.

İşler Güçler bir başkaydı değil mi?

Her yaptığımız iş çok farklı. Ben asla Kardeş Payı’nı küçümsemem, İşler Güçler’i olduğundan fazla büyütmem ama her birinin tadı çok farklıydı. İşler Güçler inanılmaz bir işti. Çoğu insanın belki de görmediği, her gün televizyonu açtığında karşılaştığı karakterlerin yayın bittikten sonraki hayatlarını anlatan bir şeydi. O yayınla bizi buluşturmak isteyip te buluşturamayan, kanalla bir türlü anlaşamayan, oyuncularla anlaşamayan ve bunun bir çok olayın yaşandığı bir dünyaydı. O dünyanın içinde gerçek bir aşk vardı: Ahmet-Feride aşkı. Rüstem Abi gibi inanılmaz bir yalnızlık vardı. Murat Cemcir’in dizde otelde kalması, hala İstanbul’da garanti bir biçimde kalamadığının, rahatlayamadığının göstergesiydi bana göre. Dizide Ahmet Kural ve Murat Cemcir’in çok büyük bir kardeşliği vardı ama aynı evde kalmıyorlardı. Çünkü hepsinin bireysel olarak yapmak istediği şeyler vardı. Bireyselliklerinden de taviz vermiyorlardı. İşler Güçler bende çok özel bir proje olarak kaldı. Öyle de kalmaya devam edecek.

Cavit karakteri önceden kafasında belli miydi?

Ben ilk sete gidene kadar karakterin nasıl olduğunu bilmiyordum. Saçımın nasıl olacağını, bıyığımın nasıl kıvrılacağını, dişime altın diş yapılacağını falan ben o anda sette öğrendim. Benim şansıma şu oldu: Tam set başlayacak, sette bir karışıklık oldu. Sette ki jeneratör sorumlusu ile ışık şefi anlaşamadı, ağız dalaşına girdiler ve neticesinde set iptal oldu. Benim sahnem bir hafta sonra çekilecekti. O zaman zarfında çalışma fırsatı bulabildim. Çünkü tipin nasıl olacağını bildim. Aynanın karşısına geçip provalar yaptım. Hatırlıyorum. Makyajım falan yapıldı, sahneye gireceğim. Bambaşka birine dönüştüm. Kendime “Bu tipe karşılık diyebileceğin bir şey var mı Cemil?” dedim. Halimi gördüm. Hoca kafasında çok güzel bir şey çizmiş ve benim buna özen göstermem gerekiyor. Cavit karakteri en çok heyecandan yapamadığım karakterdir. Mesela şimdi Cavit’i oynamayı çok isterim. Cavit’i birkaç bölüm aradım. Nasıl yapılacak? Nasıl olacak? diye. Onların hepsini Selçuk Hoca sana o kadar güzel gösteriyor ki, belki de benim arayarak 10-15 bölümde bulacağım karakteri bana ilk seferinde veriyor. Ağzımızdan çıkan bir hırıltıyı bile karakter davranışı olarak sana sunabiliyor. 



Oynadığınız karakterler dikkat çekici oldu ve fenomen haline geldi. Doğaçlama mı fazla idi yoksa metne bağlılık mı?

Çok doğaç yapılır gibi düşünülüyor. Benim karakterlerimde ben %98 metne daha çok bağlıyım. İşler Güçler Cavit’te de Kardeş Payı Kartal’da da %98 metine bağlılığım vardı. Ortaya çok doğal bir şey çıkıyor. Kimin o rolü nasıl oynayacağını bilerek  yazıyor. Cemil Kartal Ayhan Sezai Şinasi Hilmi. Kendi adıma bunu yapan da oyuncu değil bence. Başarılı ve meşhur ve bir çok kişinin birlikte çalışma hayali olan bir yönetmen ele alalım. Mesela Tarantino. Şimdi Tarantino ile çalışma isteğini dört ile çarp, Selçuk Aydemir yap onu. Çünkü kendi dilinde, yaşadığın ülkede her bölgeye hakim ve görüşlere açık bir yönetmen. Mesela ben küçük bir yerde Kahramanmaraş’ta büyüdüm. Yaşadığın yerlerden “ Hocam duyguları alıp kullanabilir miyim?” dediğinde “Tabi ki kullanabilirsin ama şöyle kullanırsan daha güzel olabilir.” diyen, hayran olduğum bir yönetmen var. O yüzden Tarantino’yu dört ile çarptığında Selçuk Aydemir diyorum. Benim büyüdüğüm mahallede büyümemesine rağmen o mahallede yer alan tipleri bana dizi de gösteren bir adam. Seni çok iyi anlıyor. Bölge mizahını, ülke mizahını biliyor. Böyle biri ile çalışmak bana inanılmaz keyif veriyor. Bunları yaşadıktan sonra da inan ondan başka kimse ile çalışmak istemiyorsun. Ondan başkası ile çalışmak istemiyorum.

Selçuk Aydemir ile ilgili neler söylebilirsin?

Kardeş Payı başlamadan bir ay önce bana ilk bölümü okuttu. Bana “Kardeş Payı’ndaki Kartal, İşler Güçler’deki  Boomcu Onur gibi olacak. Şu bölümden sonra şu hale gelecek ve daha kendine has bir karakter olacak.” demişti. Aynı şekilde “Hilmi karakteri belli bir süre sonra şu hale gelecek, Sezai karakteri ilk zamanlarda ön plana çıkmasa da sonra çok orijinal bir karakter olduğu ortaya çıkacak.” da demişti. Yirmi ikinci bölüm de, birinci sezonun finalinde bir baktım; ne dediyse tamamı çıkmıştı. Bu kadar büyük bir bilgi, bu kadar büyük bir çalışma… Arkadaşlarım adına da konuşacak olursam; biz şuna çok önem veriyoruz; hocanın kafasındakini görmeye çalışmak ve “Hocam burada şunu mu demek istiyorsunuz?” diye sorabilme özgürlüğüne sahibiz. Bu da iki taraf içinde çok mutlu bir durum. Bize durumu sıkılmadan anlatıyor. “Sen şimdilik şöyle ezberle, sete geldiğinde konuşuruz.” diyerek içine su serpiyor.  Sen kafanda birkaç mizansen oluşturup ezberini yapıyorsun, sete gidiyorsun. Sana bir kağıt veriyor, neleri nasıl yapacağını anlatıyor. Bir hafta boyunca ezberlediklerin boşa gidiyor. Çünkü yanlış bir mizansen de kurmuşsun, o öyle bir şekilde anlatıyor ki; bir haftada hazırlandığın sahneyi sana orda verdiğinde on dakikada “Hazırım.” diyorsun. Bizim de çabamız var tabi ama bunu mütevazilik olarak görmemek lazım. Yönetmenin karakter çıkarma üzerinde çok büyük bir etkisi vardır. Karakterin ivmeli şekilde yükselmesinde de aslan payı yönetmenindir.
Çukurova Üniversitesi İşletme mezunu.

Aslen Trabzonlusunuz. Trabzonspor maçlarına gidiyor musunuz?

Elimden geldiğince gitmeye çalışıyorum. Passolig’imiz Trabzonsporlu olduğu için dört büyükler maçlarına giremiyoruz. Bazen legal olarak başka bir şekilde giriyoruz. Trabzon’a gittiğim zaman da Avni Aker Stadı’nda bir maça denk geldiğimde çocuklar gibi seviniyorum.

Selçuk Aydemir dışında başka biri ile çalışmak ister misiniz?

Kalemi güzel bir çok kişi var. Cem Yılmaz, Ata Demirer, Şahan Gökbakar, Onur Ünlü gibi isimlerin işlerini severek izliyorum. Hem izlerken hem de çalışırken keyif aldığım tek isim var: Selçuk Aydemir.

Selçuk Aydemir ile birlikte olmanın güzel yanları nelerdir?

İnsanların üç ay sonra kahkaha atacağı işleri üç ay öncesinden biliyorsun. İçimizden sevinç yaşıyoruz. Kafamızın içinden “Bildiğim şeyi bilseniz çok güleceksiniz ama bunu için üç ay bekleyeceksiniz.”diyorsunuz. (Gülerek) Hayran olduğun birinin daha tamamen ekip bile kurulmadan yazdıklarını sana okutması büyük bir gurur. Gururun haricinde yıllar sonra bile “Ordaydım.” diyebiliyorsun. Allah herkese sevdiği çevre ile çalışmayı nasip etsin.

Sosyal medya ile aranız nasıl?

Facebook ve Twitter’i sadece okuyucu olarak kullanıyorum ama İnstagram’ı etkin bir biçimde kullanıyorum. Gelen mesajların hemen hemen hepsine cevap vermeye çalışıyorum. Bazen  “Abi bir soru sorabilir miyim?” diye mesaj geldiğinde “Sor.” Yazamıyorum. Ben zaten mesajı görüyorum. İlk mesajını yazarken sorunu yazabilir. Ben “Sor.” deyince izin veriyormuşum gibi hissediyorum.  O kadar da sınırlandırılmış bir ülkede yaşadığımızı düşünmüyorum. O mesajlara pek cevap vermiyorum. Onun dışında gerçekten bir sorunu olan birilerine yardımcı olabileceğim bir şey varsa yardımcı olmak istiyorum. İnsanlar çok mutsuz. Mesajlardan bile anlıyorum. Üretmeye yönelik çok az mesaj geliyor. Senin ki gibi. Senin ki gibi mesajlar geldiğinde ben çok mutlu oluyorum. Elimden geldiği kadar da yardımcı olmak istiyorum ama bazıları o kadar çok mutsuz ki o mutsuzluğu da bilirim. O mutsuzluğu da yaşamış biriyim. Çoğu insanın hayatında öyle zamanlar olur. Öyle mutsuzluğu anlaşılan mesajlar geldiğinde kendi mutsuzluk zamanlarım aklıma geliyor. Onlara yardımcı olmak istiyorum ama elimden bir şey gelmiyor. Çünkü bu bir hayal. Oyunculuk yapmak isteyen kişilerin bizden bir şeyler beklemesi bir hayal gibi. Ben öyle bir fırsatı verebilecek statüde değilim.

Hayranlarınız gibi siz de dizilerden sahneleri izliyor musunuz?

Biz de en az dizilerimizi en çok seven izleyiciler kadar izliyoruz. Haftada en az üç-dört gün bir araya gelip İşler Güçler ve Kardeş Payı sahnelerini izliyoruz, gülüyoruz, eğleniyoruz. Ve Ahmet Abi’de bile görüyorum bu durumu.

Son olarak neler söylemek istersiniz?

Ekibin kadar güçlüsün.