“Kim koydu o direği oraya?”,“ Ne 89’a ne 91’e tam
90’a tam.”, “Öptük alnından.” gibi farklı gol sevinçleriyle bildiğimiz ünlü
spor spikeri Emre Tilev, medyada fark yaratmanın önemi vurgularken, anlatıcılık
ile yorumculuğun farklı olduğunu ve birbirine karıştırılmaması gerektiğini
ifade etti.
Emre Tilev eski bir atlet, Ondokuz Mayıs
Üniversitesi Gıda Mühendisliği mezunu, Arel Üniversitesi’nde öğretim görevlisi,
gazeteci, yazar ve spiker. Türkiye’de 5000’den fazla maç anlatan, spikerlik ile
ilgili ödüller alan, anlatımıyla fark yaratan Tilev, bu serüvenin nasıl
başladığını anlattı ve bu işi yapmak isteyen gençlere tavsiyelerde bulundu.
Spor
spikerliğinden önce sporcu geçmişiniz vardı değil mi?
İzmir’e ilkokul 3’te geçmiştim. Ankara’dan İzmir’e
babam tayin olunca İlkokul 3’te İzmir’e taşınmıştık. 4.sınıfı İzmir’de okudum.
Ben Güzelyalı çocuğum. Bizim evin karşısında Göztepe Stadı vardı. Orada
insanlar koşuyorlardı. Yanlarına gittim. Bende koşayım mı? Dedim. Koş dediler
ve ben ardıma baktığımda 3 ay dır koştuğumu fark ettim. Bana resim, ikametgah, nüfus
cüzdanı sordular lisans için. Ailenle konuş dediler. Babama söyledim konuşmaya
gittik. Benim dayım eski Türkiye Şampiyonu 100,200,400 metrelerde. Onun hocası
çıktı. Demek ki genlerde de var koşar dediler. Atletizm maceram başlamış oldu.
Lise sona kadar devam etti ama arada bir trafik kazası neticesinde pelvis
kemiklerim kırıldı. Atletizm yapmamış biri olmasaydım kazadan sonra çok uzun
süre yürüyememe durumu ile karşı karşıya kalabilirdim. 6 ay içerisinde yeniden
yürüdüm. İlk 3-4 ay yatağa bağlıydı. Sonraki 2 ay terapi ile geçti. Hatta okul
anlamında kayıp dönemim de olmadı. Çünkü ben Mayıs ayında kaza geçirmiştim.
Yeni dönem açılmadan sağlığıma kavuşmuştum.
Merakın
yanında bilgi de önemlidir. Bu bilgiler
nereden geliyordu?
Yatağa bağlı kaldığım süreçte çok kitap okudum.
Küçüklükten beri spora merakım vardı. O zamanlar internet ve sosyal medya gibi
kavramlar bize çok uzak şeylerdi. Gazeteleri keserdim. Küpürlerini kesip
saklardım. O küfürler hala evin bodrumunda duruyor. Annem arada "Bunları
ne yapacağız? Atalım istersen." diyor ama atamıyorum. 1980'den itibaren
küpürleri kesmeye başlamıştım. Sadece spor haberleri değil ilginç haberler de
kesiyordum. Bende hala 12 Eylül İhtilali'nin ertesi gün çıkan gazetelerin
küpürleri vardır. Vardır diye tahmin ediyorum. Birileri atmadıysa. (Gülüyor)
Çünkü uzun süredir oraya uğrayamadım. O süreçte spora daha çok merak
salıyorsunuz. Çünkü yataktasınız, birileri bir şeyler yapıyor siz
yapamıyorsunuz. Bir de çoklu televizyon kanalı yoktu ama biz EPT Kanalı olduğu
için şanslıydık. EPT Yunan kanalıydı ve biz evde tencere gibi antenlerle Yunan
kanallarını izleyebiliyorduk. Yunan kanalları sportif faaliyetlere TRT'den daha
fazla yer verirdi. Hayatımda ilk kez Formula 1 yarışını Yunan kanalında
izledim. Nasıl bir spor olduğunu ve
kurallarını o zaman öğrenmiştim. Bu olaydan yıllar sonra 1994 yılında
Türkiye’de ilk kez Formula 1 anlatacak birisi olarak o kuralları bilmek bana
çok büyük bir avantaj sağlamıştı.
Spikerlik
serüveni nasıl başladı?
Zaten ben küçüklükten beri spiker olmak istiyordum.
Bir şeyi anlatma becerimin iyi olduğunu herkes söylerdi. Kolay ve basit
anlatırdım. İlkokulda bile müsamerelerde ben sunucu olurdum. Bir şeyler sunma,
anlatma merakım hep vardı ama daha çok yoğunlaştığı süreç farklı sporlardaki
yükselişti. Artistlik patinajın Türkiye’de daha yoğun izlenildiği dönemler
1980-1985 arası, Katarina Witt’in ortaya çıkışı, jimnastiğin özellikle Nadia
Comeneci ile birlikte, atletizmde Alberto
Juantorena, Sermet Timurlenk, Mehmet Yurdadön, Mehmet Terzi gibi isimlerle başlayan bu süreç beni daha çok kendine
çekti. Askeri okul okumamıştım. Düz lisede ben sözel bölüm okuduktan sonra
iletişim sektörüne geçiş yapmayı düşünüyordum ama annem fen bölümü okumamı istemişti.
Ben de fen bölümü okurken İzmir’de yerel bir dergide sporla ilgili yayınlar
yapmaya başladım. Ağırlıklı olarak Ege Üniversitesi öğrencilerinin bulunduğu
bir dergiydi. Derginin bünyesindeki tek lise öğrencisi bendim. Böyle güzel bir
tecrübemde olmuştu. Üniversiteyi kazandığımdaTürkiye’de ilk kez yerel radyolar
kuruldu. Radyo akımı başladı. Bende orada Bafra FM’de radyo programı yapmaya
başladım. Klasik müzik programı yapmaya başladım. Babam opera sanatçısı olduğu
için klasik müzikle aram çok iyidir. O programdan sonra Bafra’da yerel
televizyon kurulma çalışmaları başlamıştı. Dayımda orada tabip ve tanınan
birisi konumunda. Belediye Başkanı ile konuşmasını rica ettim ve konuştu. O
sıralarda belediye, siyasi program yapacak birini arıyordu. “Ben yaparım.”
dedim. Belediye Başkanı ile bir akşam program yaptık. Benim yaptığım yayından
sonra seçim yapıldı ve seçimi yayın yaptığım başkan kazandı. Sonrasında beni
çok sevdi ve “Gözde Tv’nin çoğu işini sana bırakıyoruz. Sen yap.” dedi. Orada 8
aylık bir süreçten sonra Samsun’dan yerel televizyon STV’den teklif geldi. 1993
yılında STV’ye geçtim. O dönemlerde yayıncılık anlamında havuz sistemi yok.
Avrupa maçlarını TRT yayınlarken biz oradan çalıp yayınlıyorduk. Bende onları
anlatmaya başladım. O dönemler Bafra Şu anki adıyla PTT 1.Lig olan 1.Lig’deydi.
Bafra’nın maçlarını anlatıyordum. Bafra maçlarından Samsunspor maçlarını
anlatmaya dönüştü. Samsun’dan daha yoğun haberler yapmaya başladım. Tamamen
kendi yarattığım formatla yarışma programı yaptım. Bir gün İstanbul’a gelmeye
karar verdim. İstanbul’da tanıdığım kimse yoktu. İlker Yasin’in yanına gitmeye
karar verdim. Kendisinden randevu istedim ama vermedi. Bir gün Hürriyet
Gazetesi önüünde arabasından inerken hemen önüne geçip durumumu izah ettim.
İlker Bey: “Yarın gel.” dedi. Gittim, konuştuk ve konuşmanın sonunda “Biz seni
ararız.” dedi. 1993 yılı Kasım ayıydı. Ne Kasım’da ne Aralık’ta ne de Ocak’ta
aramadılar. Şubat ayında babamın Tarcan Gönenç adında bir tanıdığı var. O
dönemde orada önemli bir konumdaydı Tarcan Abi. Onun ismi le gittim İlker
Abi’nin yanına. İlker Yasin çok zeki biri, hemen tanıdı. “Deneyeceğiz.” dedi.
Serüven böyle başladı.
Bu
serüvende kısa bir süre sonra bir çok ilklerde ve enlerde yer aldınız. Cine5 ve
Süperspor’un kurulumu, yüksek sayıda maç anlatımı gibi. O süreç nasıldı?
Biz
Türkiye’nin ilk televizyoncuları olduğumuz için bir çok ilke imza attık.
Bugün dijital platform olarak adlandırılan Dijitürk, D-Smart gibi oluşumları
biz 1994 yılında Cine5’te ilk biz kurmuştuk. Cine5’in kurulumunda yer aldım.
Bugün spor kanalları NTV Spor, A Spor, TRT Spor var. Biz o zaman Süperspor
kanalını kurduk. Şu anda bütün liglerin ülkesel yayılımı var. Biz o zaman bütün
ligleri aynı çatı altında topladık. İngiltere Premier Lig, Hollanda Ligi,
Almanya Ligi, La Liga(İspanya), Portekiz Ligi, İskoçya Ligi, Fransa Ligi… O
kadar çok lig vardı ki biz maç seçerdik. İtalya Ligi’ni yayınlamazdık bile. Ben
bir günde 6 tane lig maçı anlattığımı bilirim. 12.00’de Premier Lig maçı,
16.00’da İtalya Ligi maçı, 19.00’da radyoya bir maç anlatımı, 21.30 da bir maç,
23.00’da Fransa Ligi maçı, 01.00 gibi Portekiz
Ligi maçı anlattım ve 03.00 gibi ancak eve gidebilmiştim. O kadar yoğun
çalışıyorduk ki günlerce şirkette kalıyorduk. Eve gitmezdik. 5 Mart 1998’de
evlendim, 8 Mart’ta program sunuyordum.
Formula
1’i ülkeye ilk anlatanlardandınız değil mi?
1995’ten itibaren 3 yıl Formula 1 anlattım. İlk F1
yarış literatürünü biz oluşturduk. Bizden sonra insanlar bu sporla ilgili bir
şeyler öğrenmeye başladılar. Formula 1’in ne olduğunu çoğu kişi bilmiyordu.
“Bunlar ne böyle? Arabalar dönüp duruyor.” Diyenler vardı. Okay Karacan bir
süre F1 anlattı. Sonra Serhan Acar anlatmaya başladı. Hala da Serhan anlatıyor.
Bence anlatma modeli olarak çok iyi bir adam. Bilgisi hepimizden yüksek ama iyi
bir anlatıcı değil, iyi bir yorumcu. Anlatıcılık ile yorumculuk birbirinden çok
farklı kavramlar. Türkiye bunu karıştırıyor. Her anlatıcı kendini spiker
zannediyor. Problem burada başlıyor. Anlatıcı ile yorumcu çok farklı şeyler.
Erman Toroğlu’nun maç anlatması gibi. Erman Toroğlu’nun maç anlatmasını
dinlemem yani. Aynı şekilde Kaan
Kural’ın basketbol maçı anlatmasını dinlemem. 1996’da illegal şekilde yayınladık. Çünkü
yayıncı kuruluş TRT idi. Biz o zaman Show Radyo’ya anlatıyorduk. 2000’de de
illegal, yine Show Radyo’ya anlattık. 1998 Dünya Kupası’nda aynı şekilde
telefondan radyoya anlattık. Biz 2006’nın yayıncı kuruluşuyduk. İlk kez özel
bir yayıncı (Kanal 1) yerinden yayın yaptı. Ben de orada hem muhabirlik hem de
spikerlik yaptım.
Maçlara
hazırlanma süreciniz nasıl peki?
Bana göre bu işin en önemli noktası bilgi. Benim
söylediğim üç kavram var. Yaşamımın felsefinde de bu kavramlar var. Birinci
felsefe, mutlak suretle merhametli olmak. İnsan doğasında merhamet kavramı
mutlaka olmalı. Futbolcuyu da, hakemi de, taraftarları da merhametli
izlediğinizde empati yapmanız daha kolay olabiliyor. İkinci olarak bilgi
kavramı çok önemli. Bir şeye bilgi katmanız, doğal olarak ta çok okuyup çok
öğrenmeniz lazım. Üçüncüsü ile benim için çok önemli, hazırlık dönemi. Bir
mahalle maçı dahi olsa ben maçtan 2-3 gün önce hazırlanmaya başlarım. Şimdi
Google çıktı, sözlükler çıktı, mertlik bozuldu. (Gülüyor.) Artık 3 saat önceden
de maç anlatanları görüyorum. Ben oturarak, yazarak çalışmayı severim. Aklımdakileri
kağıda dökerim. Hatta bir gün İlker Abi bana “Bunlar ne böyle? Bu kadar bilgi
ile maça mı gidilir?” dedi. Ben çok bilgiyle maça giderim ama hepsini
kullanmam. Yeri ve zamanı geldiğinde kullanmaya çalışırım.
O
meşhur gol sevinçleri nasıl meydana geldi?
Allah’a şükürler olsun ki bana Türkiye’nin en özel
ve ünlü maçlarını anlatmak nasip oldu. Aslında pek çok kişi anlattı ama
konuşturan sayısı azdı. Ben hep farklı olma öğesini aradım. Herkes maç
anlatabilir ama sizin bir farkınız olmalı. Ben o yüzden “Kim koydu o direği
oraya?” dedim. (Beşiktaş-Stoke City mücadelesinde Quaresma’nın direkten dönen
şutu için.) Çünkü seyirci de “Hakikaten
o direği kim koydu? Ne güzel gol olacaktı. Tüh!” dedi. Deivid Fenerbahçe
forması ile Sevilla’ya gol attığında “Öptük alnından.” dedim. Çünkü herkesin
aklından, içinden o geçti. Ben herkesin sesi olmaya çalıştım. Farklı cümleler
bulmaya çalıştım. Ertem Şener ile
beraber çok yapıyorduk. Baros gol attığında “Milan Baros, bu gol çok hoş.”
diyelim dedik ama çoğu doğaçlama oldu. Ertem’in anlattıklarında da doğaçlama bir
biçimde olduğunu biliyorum. Çok kitap okuyorum. Her gece ortalama yarım kitap
bitiriyorum. Okudukça farklı cümleler farklı duygular yaşatıyor. Okuduğum bir
kitapta “New York sokaklarında
sessizliğin sesi hakimdi.” Çok hoşuma gitmişti. O cümleyi aldım. Bir Beşiktaş maçında
Beşiktaş beklenmedik bir anda gol yedi ve “İnonü sessizliğin sesini yaşıyor.”
dedim. İnsanların ilgisini çekti. Ertesi gün spor köşelerinde bile yer aldı. En
önemli şey kendi tarzını yaratmak. Kimsenin taklidi olmamalı. Güntekin Onay
olmasın, Ertem Şener olmasın, Murat Kosova olmasın, Emre Tilev olmasın. Kendi
olsun. Kendi gibi olduğunda zaten fark yaratmış oluyor.
Son
yıllarda iyi spikerlere rastlayamıyoruz. Bunun sebepleri neler olabilir?
Fabrikasyon oldu. Neden fabrikasyon oldu? Lig Tv
bütün yayınları almış durumda. Cuma günü İngiltere Premier Ligi’nden bir maç
anlatıyorsun. Cumartesi Spor Toto Süper Lig maçı anlatıyorsun. Pazar Fransa
Ligi anlatıyorsun. Pazartesi İtalya Ligi anlatıyorsun. Ben Süperspor’da 6 maç anlattığımda bile
fabrikasyon olarak düşünmeyip hazırlandım. Fabrikasyon olduğunu düşündüğünde
hatalar yapıyorsun. “Ben bunu anlatıyorum zaten.” Diye düşünerek rutine
bağlanıyor. Bir yanda normal bir ekmek fabrikasından çıkan simit var, bir de
Çengelköy’de taş fırından aldığın simit var. Ben Çengelköy’deki taş fırın
olmaya gayret ediyorum. Sen maç anlatırken Ali’ye Veli dersen insanlar bunu bir
kere kabul eder ama ikisinde etmez. Maçı rutin bir şekilde herkes anlatır.
Farklı olmak gerekir. Çünkü farklı olduğunda konuşulursun. Bunu konularda bana
Halit Kıvanç’ın yardımı olmuştur. Bana “Maça giderken bir kamyon bilgi ile git
ama yeri gelir hiç birini kullanmazsın.” dedi.
O
kadar fazla müsabaka anlattınız. Birçok anı birikmiştir. Bunları kaleme almayı
düşünüyor musunuz?
İki kitap yazıyorum şu anda. Biri “Oğluma Mektuplar”
bitmek üzere, son aşamalarındayım . Diğeri “Spikerin Notları” kendi yaşadığım
deneyimlerin yer aldığı bir kitap olacak. Ona daha yeni başlayabildim 3-4
seneye ancak biter.
Bu
işi yapmak isteyen gençlere neler tavsiye edersiniz?
Yılmasınlar. Televizyonculuk sektörü çok zor bir
süreç yaşıyor. Çok sert bir virajı dönüyor. Sakın “Biz televizyoncu
olamayacağız. Gazeteci olamayacağız.” Demesinler. Bugun baktığımızda televizyon anlayışına IP TV denilen yapı çok
önemli bir destek veriyor. Kendi kanallarını kurabiliyorlar, kendi gazetelerini
bloglarında yapabiliyorlar. Bunlardan hiç vazgeçmesinler. Çünkü bunlar gün
geçtikçe daha çok ön plana çıkacak.