21 Mart 2017 Salı

Emre Tilev Röportaj

“Kim koydu o direği oraya?”,“ Ne 89’a ne 91’e tam 90’a tam.”, “Öptük alnından.” gibi farklı gol sevinçleriyle bildiğimiz ünlü spor spikeri Emre Tilev, medyada fark yaratmanın önemi vurgularken, anlatıcılık ile yorumculuğun farklı olduğunu ve birbirine karıştırılmaması gerektiğini ifade etti.



Emre Tilev eski bir atlet, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Gıda Mühendisliği mezunu, Arel Üniversitesi’nde öğretim görevlisi, gazeteci, yazar ve spiker. Türkiye’de 5000’den fazla maç anlatan, spikerlik ile ilgili ödüller alan, anlatımıyla fark yaratan Tilev, bu serüvenin nasıl başladığını anlattı ve bu işi yapmak isteyen gençlere tavsiyelerde bulundu.

Spor spikerliğinden önce sporcu geçmişiniz vardı değil mi?

İzmir’e ilkokul 3’te geçmiştim. Ankara’dan İzmir’e babam tayin olunca İlkokul 3’te İzmir’e taşınmıştık. 4.sınıfı İzmir’de okudum. Ben Güzelyalı çocuğum. Bizim evin karşısında Göztepe Stadı vardı. Orada insanlar koşuyorlardı. Yanlarına gittim. Bende koşayım mı? Dedim. Koş dediler ve ben ardıma baktığımda 3 ay dır koştuğumu fark ettim. Bana resim, ikametgah, nüfus cüzdanı sordular lisans için. Ailenle konuş dediler. Babama söyledim konuşmaya gittik. Benim dayım eski Türkiye Şampiyonu 100,200,400 metrelerde. Onun hocası çıktı. Demek ki genlerde de var koşar dediler. Atletizm maceram başlamış oldu. Lise sona kadar devam etti ama arada bir trafik kazası neticesinde pelvis kemiklerim kırıldı. Atletizm yapmamış biri olmasaydım kazadan sonra çok uzun süre yürüyememe durumu ile karşı karşıya kalabilirdim. 6 ay içerisinde yeniden yürüdüm. İlk 3-4 ay yatağa bağlıydı. Sonraki 2 ay terapi ile geçti. Hatta okul anlamında kayıp dönemim de olmadı. Çünkü ben Mayıs ayında kaza geçirmiştim. Yeni dönem açılmadan sağlığıma kavuşmuştum.


Merakın yanında bilgi de önemlidir.  Bu bilgiler nereden geliyordu?

Yatağa bağlı kaldığım süreçte çok kitap okudum. Küçüklükten beri spora merakım vardı. O zamanlar internet ve sosyal medya gibi kavramlar bize çok uzak şeylerdi. Gazeteleri keserdim. Küpürlerini kesip saklardım. O küfürler hala evin bodrumunda duruyor. Annem arada "Bunları ne yapacağız? Atalım istersen." diyor ama atamıyorum. 1980'den itibaren küpürleri kesmeye başlamıştım. Sadece spor haberleri değil ilginç haberler de kesiyordum. Bende hala 12 Eylül İhtilali'nin ertesi gün çıkan gazetelerin küpürleri vardır. Vardır diye tahmin ediyorum. Birileri atmadıysa. (Gülüyor) Çünkü uzun süredir oraya uğrayamadım. O süreçte spora daha çok merak salıyorsunuz. Çünkü yataktasınız, birileri bir şeyler yapıyor siz yapamıyorsunuz. Bir de çoklu televizyon kanalı yoktu ama biz EPT Kanalı olduğu için şanslıydık. EPT Yunan kanalıydı ve biz evde tencere gibi antenlerle Yunan kanallarını izleyebiliyorduk. Yunan kanalları sportif faaliyetlere TRT'den daha fazla yer verirdi. Hayatımda ilk kez Formula 1 yarışını Yunan kanalında izledim.  Nasıl bir spor olduğunu ve kurallarını o zaman öğrenmiştim. Bu olaydan yıllar sonra 1994 yılında Türkiye’de ilk kez Formula 1 anlatacak birisi olarak o kuralları bilmek bana çok büyük bir avantaj sağlamıştı.

Spikerlik serüveni nasıl başladı?

Zaten ben küçüklükten beri spiker olmak istiyordum. Bir şeyi anlatma becerimin iyi olduğunu herkes söylerdi. Kolay ve basit anlatırdım. İlkokulda bile müsamerelerde ben sunucu olurdum. Bir şeyler sunma, anlatma merakım hep vardı ama daha çok yoğunlaştığı süreç farklı sporlardaki yükselişti. Artistlik patinajın Türkiye’de daha yoğun izlenildiği dönemler 1980-1985 arası, Katarina Witt’in ortaya çıkışı, jimnastiğin özellikle Nadia Comeneci ile birlikte, atletizmde  Alberto Juantorena, Sermet Timurlenk, Mehmet Yurdadön, Mehmet Terzi gibi isimlerle  başlayan bu süreç beni daha çok kendine çekti. Askeri okul okumamıştım. Düz lisede ben sözel bölüm okuduktan sonra iletişim sektörüne geçiş yapmayı düşünüyordum ama annem fen bölümü okumamı istemişti. Ben de fen bölümü okurken İzmir’de yerel bir dergide sporla ilgili yayınlar yapmaya başladım. Ağırlıklı olarak Ege Üniversitesi öğrencilerinin bulunduğu bir dergiydi. Derginin bünyesindeki tek lise öğrencisi bendim. Böyle güzel bir tecrübemde olmuştu. Üniversiteyi kazandığımdaTürkiye’de ilk kez yerel radyolar kuruldu. Radyo akımı başladı. Bende orada Bafra FM’de radyo programı yapmaya başladım. Klasik müzik programı yapmaya başladım. Babam opera sanatçısı olduğu için klasik müzikle aram çok iyidir. O programdan sonra Bafra’da yerel televizyon kurulma çalışmaları başlamıştı. Dayımda orada tabip ve tanınan birisi konumunda. Belediye Başkanı ile konuşmasını rica ettim ve konuştu. O sıralarda belediye, siyasi program yapacak birini arıyordu. “Ben yaparım.” dedim. Belediye Başkanı ile bir akşam program yaptık. Benim yaptığım yayından sonra seçim yapıldı ve seçimi yayın yaptığım başkan kazandı. Sonrasında beni çok sevdi ve “Gözde Tv’nin çoğu işini sana bırakıyoruz. Sen yap.” dedi. Orada 8 aylık bir süreçten sonra Samsun’dan yerel televizyon STV’den teklif geldi. 1993 yılında STV’ye geçtim. O dönemlerde yayıncılık anlamında havuz sistemi yok. Avrupa maçlarını TRT yayınlarken biz oradan çalıp yayınlıyorduk. Bende onları anlatmaya başladım. O dönemler Bafra Şu anki adıyla PTT 1.Lig olan 1.Lig’deydi. Bafra’nın maçlarını anlatıyordum. Bafra maçlarından Samsunspor maçlarını anlatmaya dönüştü. Samsun’dan daha yoğun haberler yapmaya başladım. Tamamen kendi yarattığım formatla yarışma programı yaptım. Bir gün İstanbul’a gelmeye karar verdim. İstanbul’da tanıdığım kimse yoktu. İlker Yasin’in yanına gitmeye karar verdim. Kendisinden randevu istedim ama vermedi. Bir gün Hürriyet Gazetesi önüünde arabasından inerken hemen önüne geçip durumumu izah ettim. İlker Bey: “Yarın gel.” dedi. Gittim, konuştuk ve konuşmanın sonunda “Biz seni ararız.” dedi. 1993 yılı Kasım ayıydı. Ne Kasım’da ne Aralık’ta ne de Ocak’ta aramadılar. Şubat ayında babamın Tarcan Gönenç adında bir tanıdığı var. O dönemde orada önemli bir konumdaydı Tarcan Abi. Onun ismi le gittim İlker Abi’nin yanına. İlker Yasin çok zeki biri, hemen tanıdı. “Deneyeceğiz.” dedi. Serüven böyle başladı.


Bu serüvende kısa bir süre sonra bir çok ilklerde ve enlerde yer aldınız. Cine5 ve Süperspor’un kurulumu, yüksek sayıda maç anlatımı gibi.  O süreç nasıldı?

Biz  Türkiye’nin ilk televizyoncuları olduğumuz için bir çok ilke imza attık. Bugün dijital platform olarak adlandırılan Dijitürk, D-Smart gibi oluşumları biz 1994 yılında Cine5’te ilk biz kurmuştuk. Cine5’in kurulumunda yer aldım. Bugün spor kanalları NTV Spor, A Spor, TRT Spor var. Biz o zaman Süperspor kanalını kurduk. Şu anda bütün liglerin ülkesel yayılımı var. Biz o zaman bütün ligleri aynı çatı altında topladık. İngiltere Premier Lig, Hollanda Ligi, Almanya Ligi, La Liga(İspanya), Portekiz Ligi, İskoçya Ligi, Fransa Ligi… O kadar çok lig vardı ki biz maç seçerdik. İtalya Ligi’ni yayınlamazdık bile. Ben bir günde 6 tane lig maçı anlattığımı bilirim. 12.00’de Premier Lig maçı, 16.00’da İtalya Ligi maçı, 19.00’da radyoya bir maç anlatımı, 21.30 da bir maç, 23.00’da Fransa Ligi maçı, 01.00 gibi Portekiz  Ligi maçı anlattım ve 03.00 gibi ancak eve gidebilmiştim. O kadar yoğun çalışıyorduk ki günlerce şirkette kalıyorduk. Eve gitmezdik. 5 Mart 1998’de evlendim, 8 Mart’ta program sunuyordum. 


Formula 1’i ülkeye ilk anlatanlardandınız değil mi?

1995’ten itibaren 3 yıl Formula 1 anlattım. İlk F1 yarış literatürünü biz oluşturduk. Bizden sonra insanlar bu sporla ilgili bir şeyler öğrenmeye başladılar. Formula 1’in ne olduğunu çoğu kişi bilmiyordu. “Bunlar ne böyle? Arabalar dönüp duruyor.” Diyenler vardı. Okay Karacan bir süre F1 anlattı. Sonra Serhan Acar anlatmaya başladı. Hala da Serhan anlatıyor. Bence anlatma modeli olarak çok iyi bir adam. Bilgisi hepimizden yüksek ama iyi bir anlatıcı değil, iyi bir yorumcu. Anlatıcılık ile yorumculuk birbirinden çok farklı kavramlar. Türkiye bunu karıştırıyor. Her anlatıcı kendini spiker zannediyor. Problem burada başlıyor. Anlatıcı ile yorumcu çok farklı şeyler. Erman Toroğlu’nun maç anlatması gibi. Erman Toroğlu’nun maç anlatmasını dinlemem  yani. Aynı şekilde Kaan Kural’ın basketbol maçı anlatmasını dinlemem.  1996’da illegal şekilde yayınladık. Çünkü yayıncı kuruluş TRT idi. Biz o zaman Show Radyo’ya anlatıyorduk. 2000’de de illegal, yine Show Radyo’ya anlattık. 1998 Dünya Kupası’nda aynı şekilde telefondan radyoya anlattık. Biz 2006’nın yayıncı kuruluşuyduk. İlk kez özel bir yayıncı (Kanal 1) yerinden yayın yaptı. Ben de orada hem muhabirlik hem de spikerlik yaptım.

Maçlara hazırlanma süreciniz nasıl peki?

Bana göre bu işin en önemli noktası bilgi. Benim söylediğim üç kavram var. Yaşamımın felsefinde de bu kavramlar var. Birinci felsefe, mutlak suretle merhametli olmak. İnsan doğasında merhamet kavramı mutlaka olmalı. Futbolcuyu da, hakemi de, taraftarları da merhametli izlediğinizde empati yapmanız daha kolay olabiliyor. İkinci olarak bilgi kavramı çok önemli. Bir şeye bilgi katmanız, doğal olarak ta çok okuyup çok öğrenmeniz lazım. Üçüncüsü ile benim için çok önemli, hazırlık dönemi. Bir mahalle maçı dahi olsa ben maçtan 2-3 gün önce hazırlanmaya başlarım. Şimdi Google çıktı, sözlükler çıktı, mertlik bozuldu. (Gülüyor.) Artık 3 saat önceden de maç anlatanları görüyorum. Ben oturarak, yazarak çalışmayı severim. Aklımdakileri kağıda dökerim. Hatta bir gün İlker Abi bana “Bunlar ne böyle? Bu kadar bilgi ile maça mı gidilir?” dedi. Ben çok bilgiyle maça giderim ama hepsini kullanmam. Yeri ve zamanı geldiğinde kullanmaya çalışırım. 


O meşhur gol sevinçleri nasıl meydana geldi?

Allah’a şükürler olsun ki bana Türkiye’nin en özel ve ünlü maçlarını anlatmak nasip oldu. Aslında pek çok kişi anlattı ama konuşturan sayısı azdı. Ben hep farklı olma öğesini aradım. Herkes maç anlatabilir ama sizin bir farkınız olmalı. Ben o yüzden “Kim koydu o direği oraya?” dedim. (Beşiktaş-Stoke City mücadelesinde Quaresma’nın direkten dönen şutu için.) Çünkü seyirci de “Hakikaten  o direği kim koydu? Ne güzel gol olacaktı. Tüh!” dedi. Deivid Fenerbahçe forması ile Sevilla’ya gol attığında “Öptük alnından.” dedim. Çünkü herkesin aklından, içinden o geçti. Ben herkesin sesi olmaya çalıştım. Farklı cümleler bulmaya çalıştım.  Ertem Şener ile beraber çok yapıyorduk. Baros gol attığında “Milan Baros, bu gol çok hoş.” diyelim dedik ama çoğu doğaçlama oldu. Ertem’in anlattıklarında da doğaçlama bir biçimde olduğunu biliyorum. Çok kitap okuyorum. Her gece ortalama yarım kitap bitiriyorum. Okudukça farklı cümleler farklı duygular yaşatıyor. Okuduğum bir kitapta  “New York sokaklarında sessizliğin sesi hakimdi.” Çok hoşuma gitmişti. O cümleyi aldım. Bir Beşiktaş maçında Beşiktaş beklenmedik bir anda gol yedi ve “İnonü sessizliğin sesini yaşıyor.” dedim. İnsanların ilgisini çekti. Ertesi gün spor köşelerinde bile yer aldı. En önemli şey kendi tarzını yaratmak. Kimsenin taklidi olmamalı. Güntekin Onay olmasın, Ertem Şener olmasın, Murat Kosova olmasın, Emre Tilev olmasın. Kendi olsun. Kendi gibi olduğunda zaten fark yaratmış oluyor. 


Son yıllarda iyi spikerlere rastlayamıyoruz. Bunun sebepleri neler olabilir?

Fabrikasyon oldu. Neden fabrikasyon oldu? Lig Tv bütün yayınları almış durumda. Cuma günü İngiltere Premier Ligi’nden bir maç anlatıyorsun. Cumartesi Spor Toto Süper Lig maçı anlatıyorsun. Pazar Fransa Ligi anlatıyorsun. Pazartesi İtalya Ligi anlatıyorsun.  Ben Süperspor’da 6 maç anlattığımda bile fabrikasyon olarak düşünmeyip hazırlandım. Fabrikasyon olduğunu düşündüğünde hatalar yapıyorsun. “Ben bunu anlatıyorum zaten.” Diye düşünerek rutine bağlanıyor. Bir yanda normal bir ekmek fabrikasından çıkan simit var, bir de Çengelköy’de taş fırından aldığın simit var. Ben Çengelköy’deki taş fırın olmaya gayret ediyorum. Sen maç anlatırken Ali’ye Veli dersen insanlar bunu bir kere kabul eder ama ikisinde etmez. Maçı rutin bir şekilde herkes anlatır. Farklı olmak gerekir. Çünkü farklı olduğunda konuşulursun. Bunu konularda bana Halit Kıvanç’ın yardımı olmuştur. Bana “Maça giderken bir kamyon bilgi ile git ama yeri gelir hiç birini kullanmazsın.” dedi.

O kadar fazla müsabaka anlattınız. Birçok anı birikmiştir. Bunları kaleme almayı düşünüyor musunuz?

İki kitap yazıyorum şu anda. Biri “Oğluma Mektuplar” bitmek üzere, son aşamalarındayım . Diğeri “Spikerin Notları” kendi yaşadığım deneyimlerin yer aldığı bir kitap olacak. Ona daha yeni başlayabildim 3-4 seneye ancak biter.

Bu işi yapmak isteyen gençlere neler tavsiye edersiniz?

Yılmasınlar. Televizyonculuk sektörü çok zor bir süreç yaşıyor. Çok sert bir virajı dönüyor. Sakın “Biz televizyoncu olamayacağız. Gazeteci olamayacağız.” Demesinler. Bugun baktığımızda  televizyon anlayışına IP TV denilen yapı çok önemli bir destek veriyor. Kendi kanallarını kurabiliyorlar, kendi gazetelerini bloglarında yapabiliyorlar. Bunlardan hiç vazgeçmesinler. Çünkü bunlar gün geçtikçe daha çok ön plana çıkacak. 

      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder