18 Kasım 2014 Salı
Kolay ama önemli (Türkiye-Kazakistan maçı yazısı)
Türkiye A Milli Futbol Takımı dün çok önemli bir üç puan aldı. Zor değildi ama önemliydi. Özellikle geçtiğimiz hafta içi oynanan Brezilya maçından sonra. Brezilya karşılaşmasında Türk futbolcuları ıslıklayanlar seyirciydi. Dün oynanan Kazakistan maçında ise taraftar vardı. Her an destek veren, alkışlayan, maç sonunda ‘Arda takımı buraya getir.’ diyerek takımı alkışlayan taraftar. Bilinçsiz taraftarlar da vardı. Hani şu milli kalecimize küfür eden taraftarlar. Taraftarlar derken münferit 5-10 kişi. Volkan Demirel’i beğenmeyebilirsiniz, sevmeyebilirsiniz, nefret duyuyor bile olabilirsiniz. (Açık konuşmak gerekirse ben de Volkan’ı hem performans olarak hem de karakter olarak beğenmiyorum.)Volkan’a karşı hissetlerinizde özgürsünüz fakat bunu ifade ederken o gün o sahadaki Volkan’ın kulüp maçı için değil göğsünde ay-yıldız forma olduğu için orada bulunduğunu unutmamalısınız. Volkan Demirel gibi önemli bir kalecinin de bu olaylar karşısındaki reaksiyonu bu kadar olmamalıydı. Soyunma odasında Fatih Terim’e durumu anlatıp yedek kulübesinde oturabilirdi. Sahayı terk etmek belki de stadyumu terk etmek Volkan’a pahalıya patlayabilir.
Maça dönecek olursak eğer beklendiği gibi geçti desek yalan olmaz. Kazakistan galibiyeti bir moral ve bir umut tazeleme açısından önemliydi. Zaten 1. ve 2. olamayacağımız için en azından son maça kadar 3.lüğü kovalarız. Açıklanan ilk 11’de Serdar Aziz ve Ozan Tufan’ın olması beni sevindirdi. İnşallah sadece bu maçlık kullanmayıp takıma monte etmeyi düşünüyordur Fatih Hoca. Gökhan Gönül’ün yokluğunu çok aratmadı. En azından Kazakistan’a karşı. İlk 11’de 3 Bursasporlu oyuncu olması bazılarını kızdırsa da beni sevindirdi. Hep İstanbul takımlarından oyuncu olması sıkıyordu açıkçası. Milli formayı heyecan ile giyecek isimler önemli. Kazanmak sadece puan alarak değil, böyle isimler de kadroya katarak anlamlı.
Bugün skoru 3-1 olarak değil 4-0,5-0 olarak konuşabilirdik. Ben dün görülmesi gereken şeyin en azından şuanlık görüldüğünü düşünüyorum. Dün futbol oynamak isteyen, isteyen, arzulayan, gözlerinde oynama isteği olan bir takım gördüm. Skorun 2-0’a erken gelmesinden sonra o istek azaldı ama bitmedi. Nedendir bilinmez bizim ülkemizdeki takımlar skoru sağladıktan sonra yeni skorlar üretmek yerine elde ettiği skoru korumaya çalışıyor. Bu olay bir maçta değişecek bir şey değil. Bu olay taktik değil anlayış çünkü.
Kazakistan maçına Rus hakem verilmesi de ayrı bir olay. Polonya’ya Alman hakem atamak gibi. Neyse ki bariz hatalı kararlar vermedi. Arda’nın son dakikadaki pozisyonunun sarı kartla sonuçlanması ve bu sarı kart ile birlikte Hollanda maçında cezalı duruma düşmesi can sıkıcı bir durum. Her ne olursa olsun Kazakistan elinden geleni yaparak oynadı. Mücadelesini sahaya koydu. Onları da tebrik etmek istiyorum. Maçtan kopmadılar hiç.
Rakip her ne kadar FIFA sıralamasında 132.olsa da bu galibiyet nefes aldırdı. Türkiye olarak kazanmayı özlemişiz. O nu anlamış olduk. Martta oynanacak Hollanda maçına kadar daha çok şey değişir ama ‘rakip takımın oyuncusuna milli forma altında olmasına rağmen küfür etmek’ değişmeyecek gibi.
1 Kasım 2014 Cumartesi
Merhaba 2024 yılındaki Fatih...
(Yine bir ödev gereği yazılan ama 'iyi ki yazmışım' dedirten 10 yıl sonraki kendime mektup)
Merhaba 2024
yılındaki Fatih,
Öncelikle
nasılsın? İyi misin? Görmeyeli epey oldu. Tam olarak 10 sene geçti. Bugün 6
Nisan 2014. Günler okulla, ödevlerle, sınavlarla ve bilgisayar başında vakit öldürmekle
geçiyor. Telefonda küçük kardeşimle hasret gidermekle avunuyorum. Gönül
meseleleri de içten türkü söyletmiyor değil. Sabahları kuş cıvıltıları yerine
inşaatlardan gelen sesler ile uyanıyorum. Ne kadar da pastoral! Ha birde bizim
takımın ciddi ciddi ilk defa Avrupa kupalarına gitme şansı var. Saç baş
yoldursa da seviyoruz napalım. Bunları sana niye anlatıyorsam? Sen zaten
biliyorsun.
Sen neler
yapıyorsun bilmiyorum ama benim sana gelirken yapmak istediğim çok şey var.
Yapmak istemediklerim de var tabii. Her ne kadar enteresan biri olsam da
bilirsin ki bazı konularda iradem sağlamdır. Ne olursa olsun şimdi
kullanmadığım gibi sigara ve alkol kullanmak istemiyorum mesela. Kendime
yapmamak üzere verdiğim sözlerden biri buydu. Belki küçük bir şeydir ama benim
için önemli. Ben önce kendime verdiğim sözü tutmak isterim. Çünkü daha şimdiden
beni rol model edinen çocuklar var. Benim irademi daha da sağlamlaştırdı bu
olay. Bana mesaj atmış İstanbul’dan bir Karabüklü kardeşim “Ağabey bölüm
seçeceğim. Sözel mi? Eşit ağırlık mı? Hangisini seçeyim? Ben senin gibi olmak
istiyorum. Sen ne okumuştun ağabey?”diye sordu. Ben de hayallerimi
gerçekleştirirken böyle küçük şeylerden de olsa taviz vermek istemiyorum. Okul
okumayı bırakmayı da düşünmüyorum. Her ne kadar benim hazırlık yüzünden
yaşıtlarımdan 2 sene sonra bölümümü okumaya başlasam da, 25 yaşımda diploma
alacak olsam da seviyorum okumayı. Mezun olduktan sonra başka bölümler de
okumak istiyorum. Güzel şey öğrencilik. Zordur ama ben zaten zoru severim.
Zaten bu durumdan dolayı resmiyet sevmediğimi biliyorsun. Sabah 9 akşam 5,
KPSS, prosedürler, formaliteler, az çalışma saati gibi şeyleri sevmiyorum.
Biraz da bu yüzden Basın ve Yayın okuyorum. Haftada 1 gün dışında hep çalışmayı
düşünüyorum. Umarım memur olmam. En azından 40 yaşımdan önce düşünmüyorum.
Yapmak istediğim çok şey var. O kadar şeyi yapabilir miyim? Şimdiden
şüpheleniyorum. Dört yıldır devam ettiğim spor yazarlığında çok iyi yerlere
gelmek istiyorum. Bu konuda iki sene önce aldığım “Gelecek vaat eden genç spor
yazarı” ödülünün hakkını vermek istiyorum. Özel davetli olarak gittiğim ödül
gecelerinde artık ödül alan ya da ödül veren olmak istiyorum. Orada tanıştığım
idollerimle aynı yerde çalışmayı hedefliyorum. Ertem Şener, Emre Tilev, Erdoğan
Arıkan, Kerem Öncel ağabeylerim gibi. Arada görüşüyorum onlarla. Hal hatır
soruyorum. “Sen zaten geleceksin yanımıza Fatih.” diyorlar. “İnşallah abi.” diyorum.
Televizyonda spor programı adı altında şaklabanlık yapanlar gibi değil de az
önce saydığım isimler gibi olmak istiyorum. Benim onları idol edindiğim gibi
benden sonra gelecek neslinde beni idol edinsin istiyorum. Türkiye’de futbol,
gazetecilik, yazarlık, yorumculuk, özü sözü bir dendiğinde o kişinin ben
olmasını arzuluyorum. Biliyorum çok zor ama imkansız değil. Arada sırada
umutsuzluğa kapılsam da bizim ajansın müdürü, ailem ve çevremdeki sevdiklerim
bana destek veriyor. Bu desteği almak çok güzel. Bir başka güzellik de benim
ailemin seçeceğim bölüme karışmamış olmasıydı. Benim yaşamımı sürdüreceğim
mesleği okumama çok karşı çıkmamasıydı. Tabi bu olayda henüz lise de okurken bir ulusal dergiden çağrılmış olmam
hem de sınıf öğretmenimin konuşması etkili oldu. Tam bir futbol aşığıyım.
Bilirsin YGS ye gireceğim sene bile bütün maçlara gittiğimi, sırf maça gitmeme
izin vermediler diye kendimi yurttan kovdurttuğumu, apartmanın altındaki
bakkala gitmeye üşenip 8-10 saatlik deplasmanlara gittiğimi. Sen de gidiyorsun
değil mi maçlara? Kombinemim olduğu
koltuk sakın boş kalmasın. Bu kadar yoğun yaşadığım bu sevgiyi mesleğimle
birleştirmek istiyorum. Güzel, mutlu bir aile kurmayı, tatilimi sadece onlarla
geçirmek istiyorum. Çocuklarıma bir hafta sonu bu yazdığım mektubu bile
göstereceğim belki de. “Bugün hayatınızın son günü olsa ne yapardınız?”
sorusuna, “Ailemle beraber maç anlatmak isterdim.” diyen Ertem Şener gibi
biraz. Tatil günlerim de onları pikniğe götürmek isterim. “O zamana piknik
yapacak orman kalır mı acaba?” sorusu anında beliriyor kafam da. Bugünlerde
bile artık yeşillikler kardelen gibi zar zor çıkıyorlar karşımıza. Çocuklarımın
veli toplantılarına katılmayı istiyorum. Çocuğumun gururu okşansın, “Ben bu
babanın çocuğuyum işte.” desin istiyorum. Zengin olursam değişmemek; komşumuz
Nazmiye Teyze’de börek, Ayşe Yenge’ deki o nefis ev baklavası, anneannemdeki
gözlemeler ile bayramlarda buluşmak, ziyaretlerinde bulunmak düşüncesindeyim.
“Mahallede akşam ezanına kadar koşuşturan Fatih ile bu Fatih arasında hiç fark yok.” deyip gülsün
komşular. Cuma akşamları Beyaz Show devam ederse oraya konuk olarak çıkmak
istiyorum. Beyaz’ın ekibi; komşularımdan, ailemden ve çevremdekilerden bilgi
alsın ve bana canlı yayında söylesin. Orada duyayım ki hem bir özeleştiri, hem
bir özgeçmiş olur. Ben tarafsız yapamam belki güzel olur. Ailemin sevdiği
oyunculardan rahatça imzalı fotoğraf alayım, istemezler ama evlerindeki
eşyaları yenileyim, sık sık arayıp dualarını alayım. Küçük kız kardeşim benden
para istesin, ödevlerime yardım etmemi istesin. Büyük kız kardeşime de arada
misafirliğe gideyim. Öğretmenlik okuyan arkadaşlarım var. Onların yanına gider,
öğrenci gibi derslerine girerek sürpriz yaparım. Memleketime tatile gittiğimde
ilgi göreyim. Mesela; “Fatih Ünlü Karabüklü. Şu an NTV’de bizim maçı
yorumluyor. Herkes izlesin arkadaşlar.” diye paylaşımlar yapsınlar sosyal
sitelerde. Ellerinde Safranbolu lokumu
ile yanıma ziyarete gelsinler. Evimde bana ait ayrı bir odam olsun. İçinde;
alacağım ödül ve plaketler, şuan 40 tane olsa da ileri de sayısı artacak
futbolculardan alınma formalar, şuan 63 tane olsa da sayısı katlanacak atkılar,
kırmızı-mavi duvar, oyun konsolları ve kocaman plazma olsun. Öğretmenlerimi
ağırlayım orada. Çok emekleri var. Benden “Bu çocuk benim öğrencimdi.” diyerek
bahsetsinler arkadaşlarına. Arada ziyaretlerine gideyim. Öğrenciyken
yaşadıklarımı yad eder, öğrencilerle paylaşırız. Bir çocuğun yaramazlık yaptığı
zamanları gibi. Ben bozulmam öyle şeylere. Şuanda da olduğu gibi bilet
ayarlayayım futbolsever hocalarıma. Eskişehir’de üniversite hayatı boyunca
beraber vakit geçirdiğim arkadaşlarımla bir araya geliriz. Halısaha maçı yaparız belki yine. Bizim için geleneksel
hale gelen balık ızgara günlerini sekteye uğratmayız. Çünkü Eskişehir’di beni
bu hayat trafiğinde geç yola çıkaran. Buraya gelirken
zayıftım.Saçlarım,dişlerim vardı. Şimdi kiloluyum,saçlarım yanlardan almış
başını gidiyor,dişlerim de yok sayılır. Çekirdek yemeyeli 7 ay oldu. O
arkadaşlarım vardı ben depresyonlardayken yanımda. Ben bu mektubu yazarken
1.sınıftayım. Yaşıtlarım ise tez hazırlıyorlar. Bu yaz diplomalarını alacaklar.
“Geç olsun da güç olmasın.” diye avutuyorum kendimi. Okumayan yaşıtlarım ise
çoktan askerden geldi de evlilik koşuşturması içindeler. Bazen pişmanlık
hissediyor gibi olsam da hiç ‘keşke’ demedim hayatımda mesela. O açıdan
memnunum. En azından boş durmadım geçen vakitte. Ödül gecelerine gittim.
Röportajlara, maçlara, kamplara gittim. Mesleğimin önde gelenleri ile tanışmaya
devam ettim. 22 gün sonra İstanbul’da bir ödül gecesi daha var mesela.
Gerekirse devamsızlık yapmayı düşünüyorum. Çünkü çoğu şey fedakarlık
gerektirir. Derslerimi sürekli asmıyorum. Yanlış anlaşılmasın. Ödül gecesinin
tarihi belli olduğu için hiç kullanmadım devamsızlık hakkımı. Lisede ki gibiyim
yani anlayacağın. Bir kitap yazayım yaşadıklarımı anlatan. Çok mu ütopik?
Belki. Ne kadar zor olursa olsun yapmaya çalışacağım aklımdakileri. Artık
olduğu kadarıyla.
Peki sen
2024 yılındaki Fatih, neler yapıyorsun şuan? Bu satıları okuyup gülüyor musun?
“O zaman nasıl düşünüyor muşum?” diyerek. Yoksa hafif düştü mü yüzün? “Onca
hedefim varmış ben ne kadarını yapabildim.” diye. Almışsındır eline kahveni; geçmişini
hatırlayıp, anılarını canlandırmak için okuyorsundur belki de. Sigaraya
başlamadın değil mi? Ben ciğerlerime güzel baktım. Sen de öyle yap ki öldüğünde
başkalarına bağışlayalım. Onlar yaşamını devam ettirsin. Ünlü oldun, holdingde
masa başında elinde kalemle oynayarak yayın saatini bekleyen, ailesine ve
çevresine eski ilgisini kaybeden, duygularından arınmış düz adama mı dönüştün
yoksa? Yoksa sosyal medya da senin gibi ünlü adamlarla olan fotoğraflarını
paylaşıp, millete insan sevgisi ve merhametten bahsederken kendi sevdiklerini
ihmal eden biri haline mi geldin? Yok yok. Olmamıştır öyle. En azından öyle
umuyorum. Nasıl komşularının baklavalarının ve böreklerinin tatları hala
damağında mı? Hala tatillerde annenin dizine yatıp, saçının okşanması bittikten
sonra komşu ziyaretlerine gidiyor musun? Küçük kardeş nasıl? “Doktor olacağım.”
diyordu yumurcak. Oldu mu? Baban yine “Niye maça gidiyorsun? Bu havada maça mı
gidilir?” diyor mu? Annen de hemen senin tarafında yer alıp “Bırak karışma çocuğa ne yapıyorsa yapsın.”
cümlesi mi çıkıyor ağzından? Annen yine sen geliyorsun diye en sevdiğin
yemeklerle donatmıştır masayı. Sen “Dur.” demedikçe doldurur yemekle tabağı.
Baban sırf sen geldin diye izlemediği halde spor kanalını açar. Bilirsin ki o
normalde sevmez. O genelde Pazar günleri kovboy filmleri ve belgesel izlerdi. Hiç sevmezdi sporu. Baba
yüreği işte. Komşular gelir kapıya “Fatih bizim bilgisayar bozuldu.Bir
bakıverir misin?” diye. Eski günlerdeki gibi. Telefonların çalmaya başlar.
Sosyal medyadan senin orada olduğunu öğrenen arkadaşların randevu isterler.
Eski günleri yad edersiniz. Halısaha maçı yapıyorsunuzdur arada. Yine maç
dönüşü apartmanın önündeki kamelyada maçı analiz ediyorsunuzdur. Kamelya ve
misket oynadığımız küçük toprak alanı duruyor mu hala? Pişmanlık duyuyor musun peki? Kitap yazacaktın.
Yazabildin mi? Ne kadarını gerçekleştirdin hedeflerinin? Ben belki kitap
yazamadım ama bu mektubu yazdım sana. Yalnız kaldığım öğrenci evinde, etrafı
kalemlerle ve kağıtlarla dolu bir masadan yazdım bu mektubu. Sen nasıl bir
yerde okuyacaksın acaba? Merak ediyorum.
Yıllar öncesinden, sen.
Aşk için icat
(Bir ödev gereği yazdığım Graham Bell'in içinde olduğu telefonun icat edilme hikayesini küçük bir aşk hikayesi :) )
1870’li
yıllardayız. İskoçya’da veba hastalığından insanlığın öldüğü yıllardayız. Benim
adım Dacy. Güneyli anlamına geliyor. Ülke bir yandan hastalıkla boğuşurken, bir
yandan da yeni kıtaya -yani Amerika’ya- gidenlerin sayısı da artıyor. Daha çok
mucitler ya da bilim adamları gidiyor oraya. Ben babamın ayakkabıcı dükkânında
çalışıyorum. Çalışıyorum derken;arada uğruyorum dükkâna ve babama yardım
ediyorum.Ben çalışmayı fazla sevmiyorum.Genelde şehirde geziyor, mahallenin
serseri takımıyla arada takılıyorum. Ne yapayım? Çalışmayı sevmiyorum. Gelmiyor
içimden. Bir de vakit buldukça kasabaya inen kız arkadaşım Bonny ile
görüşüyoruz. Bonny’nin babası da çiftçi. Haftada bir kasabanın pazarına
iner.Benim de Bonny’i görme fırsatım olur. Başka türlü görüşemiyoruz ki fazla.
Onların köyüne gidecek aracım yok. Arada onların köyünden gidenler olursa
peşlerine takılıyorum ve Bonny’nin yanına gidiyorum ;ama Bonny evden fazla
çıkamıyor. Bahçe işleri ile uğraşmaya çıkıyormuş gibi geliyor yanıma fazla
konuşamıyoruz. O dümdüz sarı saçlarını, baktıkça içinde yüzdüğüm deniz mavisi
gözlerine bakmaya doyamıyorum. Hemen babası annesine sesleniyor “Nerede kaldı
bu kız?” diye. O büyülü an hemen bozuluyor. Çok seviyorum onu. Oraya
gidemediğim zamanlarda da kasabanın haylaz çocukları ile mektup yolluyorum ona.
O da bana yolluyor ama her gün gidip gelinmeyecek kadar yakın olmadığı için sık
görüşemiyoruz. Ondan gelen mektubu okurken kelimeler saçları gibi dümdüz,
yazdıkları gözleri gibi büyüleyici geliyor. Okumayı normalde hiç sevmeyen ben,
o mektup hiç bitmesin istiyorum. Yakında sevgilisi olanlar çok şanslı! Bu
durumdan sıkı dostum Graham da çok dertli. Onun henüz sevgilisi olmasa da:
“Uzak mesafelerden insan birbiriyle konuşabilmeli.” diyor. O epey çılgın; ama
olsun. En sevdiğim arkadaşımdır Graham. Graham yeni kıtaya gitme hayâli
olanlardan biridir. Çünkü bu dönemde İskoçya’dan Amerika’ya gidip zengin olan
çok kişi vardır. Benim dostum da böyle düşünüyordu; ama yeterli parası yoktu.
Bir süre sonra “Ben gidiyorum artık!” demişti bana. O sözü söylediği günden
beri epeydir haber alamamıştım ondan. Uzun bir süre sonra mektup aldım. Bizimki
gün gözünü karartıp gitmeye karar vermiş yeni kıtaya. Limana gitmiş ve
cebindeki paranın bilet için yeterli olmadığını öğrenince çok üzülmüş. Çökmüş
oracıkta yere. Çaresizlik ile dolmuş her yanı. Yolcular gemiye birer birer
binmeye devam ediyorlarmış. Hareket saatinin geldiğini belirten düdük de acı
acı çalmaya başlamış. Tam her şey bitti derken burnunun ucuna bir bilet
uzatılmış. Bizimkinin gözleri parlamış tabii. Bileti bir yaşlı adam uzatmış ona
ve limanda aniden kalp krizi geçirerek vefat etmiş. Graham denizin kendisini
tuttuğunu gemi hareket edince anlamış. Bizim şaşkın sadece onunla kalmayıp yan
koltuklarında oturan Oswaldo ailesinin kızı ile güvertede gizli gizli buluşup
konuşuyormuş. Bahanesi de mide bulantısıymış. Baba Oswaldo’nun bu durumu
anlaması çok sürmemiş ve bizimkini iyice hırpalamış. Bizimki de çareyi gemiden
atlamakta bulmuş. Zaten geminin varmasına az kalmış. Benim Bonny ile
konuşamadığım gibi Graham da Lolita ile konuşamıyordu. Bizimki ‘elektrikli konuşma makinesi’ yapacağım
demiş. “Hem insanlar uzak mesafeler ile rahatça konuşabilir hem de
sevgililerimizle daha rahat konuşuruz.” demiş. Mektubun sonuna da olabilecek en
kısa zamanda bunu yapacağını ve bitirince yine yazacağını söylemiş. Mektubu
okumayı bitirince bizimkinin ne kadar ciddi olduğunu anladım ve içimde bir umut
tomurcuğu yeşerdi. Eğer Graham dediğini yaparsa hem kendi hayatını kurtarırdı
hem de insanlığa çok büyük bir katkı yapmış olurdu. Artık Bonny ile görüşmek
için kasabanın haylazlarını ve köylülerin mahsulleri arasında saklanarak kaçak
seyahati kullanmayacaktım. Bu mükemmel bir şeydi. Ertesi gün dükkâna uğradım
babam yine elindeki işleri yetiştirmeye çalışıyordu. Babama Graham’ın
yazdıklarının bir kısmını söyledim. ‘Elektrikli konuşma makinesi’ deyince babam
kahkaha attı. “ Olur mu öyle şey? Saçmalama Dacy.” dedi. Bana da gayet ilginç
ve uzak geliyordu ama Graham gözünü karartmışsa, yapardı. O yüzden içimdeki
umut tomurcuğu gittikçe yeşeriyordu. Olursa mükemmel bir şey olacaktı. Hem
herkes rahatça uzaktakilerle konuşabilecekti ve bunu benim can dostum Graham
Bell yapacaktı. Acayip heyecanlıydım. Graham dan gelecek mektubu bekliyordum.
Bu durumu Bonny’ye söyledim. O da ilk başka çok şaşırdı. Sonrasında o da
umutlandı. Artık bahçe işleri yalanı ile dışarı çıkmayacaktı. Babası ve annesi
tarlaya mahsullerle ilgilenmeye gidince, evden oturduğu yerden benle
konuşabilecekti. Mektup ne zaman gelir acaba? İçim içimi yiyor artık. Bonny ile
de eskisi kadar görüşemez olduk. Kasabaya fazla inmiyorlar. Havalar soğudu
epey. Dışarıda üşüsem de sürekli mektup bekliyorum. Sanki ben evdeyken bana
ulaşmayacakmış gibi hissediyorum. Benim de kafamda Amerika’ya gitme fikri belirmeye
başladı. Sevgili dostum Graham dediğini yaparsa yeni kıtada zengin olur bende
onunla beraber çalışabilirim. Bur da çalışmak istemiyorum. Babam da sürekli
yakınıyor. “Çalışmıyorsun. Dükkâna yanıma yardıma bile gelmiyorsun.” diyor. Bu
kasabada yapabileceğim çok fazla da iş yok zaten. Belki Bonny’yi de ikna
ederim. Yeni kıtada yeni bir hayata adım atarız. Her şey Graham’a bağlı
durumda. Ya yapamazsa ‘elektrikli konuşma makinesi’ni? Ya hayal kırıklığına
uğrarsak? Ya hiç o mektup gelmezse? Hayır kötü düşünmemeliyim. Can dostum
kafasına koymuşsa yapar. Amerika’ya gitmesini bile düşünmezdim. Artık her şeyi
yapabilir Graham. Kendim inanmalıyım ki
Bonny’de endişe duymasın. Hem Graham da artık ben gibi aşık biri. En azından
onun için yapacaktır. Gaddar baba Oswaldo yüzünden görüşemiyor ki böyle bir şey
yapmayı istiyor. Bu gerçekten mükemmel bir şeydi. Geceleri yatarken bunu
düşünüyor hatta bununla ilgili hayaller kurarken uyuyakalıyordum. Bonny de
sabırsızlanıyordu. Bonny’nin kasabası St.Albert’e giden bir köylü gördüm.
Atladım arkaya Bonny’e gitmek için. Ona : “Benimle yeni bir kıtada yep yeni bir
hayata var mısın? Graham elektrikli konuşmasını yaparsa ben de onunla çalışırım.
Çok zengin oluruz. Babandan da uzak olur mutlu mutlu yaşar gideriz. Hem
Graham’ın sevgilisi Lolita ile de tanışırsın. Canın da sıkılmaz orada.” Dedim.
Bonny ise: “Emin misin? Graham gerçekten başarabilir mi? Eğer başarırsa düşünmeden
gelirim seninle. Bu kasabada babam da varken rahat yaşamayız zaten seninle.”
dedi. Gemi için bilet parası bile biriktirmeye başlamıştık. Artık her şey
hazırdı. Sadece Graham’dan mektup bekliyorduk. Bonny de ben de çok
heyecanlıydık. Geceleri pembe hayallerle ve Graham’dan gelecek olan mektubu
düşünmekle uyuyordum. Graham ne yapıyordu acaba? Bir an önce bulmak için
çabalıyordur o da. Nasıl bir şey olacak ki elektrikli konuşma makinesi? Telgraf
diye bir şey vardı ama yazılı idi. Hem çok hızlı ve yaygın değildi. Bizimkinin
dediği elektrikli konuşma makinesi sesli ve anında iletişimdi. Gerçekten akıl
alır gibi değildi. Bunu yapacak olan kişinin de benim arkadaşım olması ayrı bir
heyecan katıyordu. Aylarca süren bu meraklı bekleyişten sonra mektup geldi.
Beklediğim gibi Graham’dandı. O mektubun
başında “Dacy buraya gelmelisin.” yazıyordu. Heyecanım iyice arttı. Hemen bir
köşeye oturdum. Rahat rahat okumak için. Bizimki dediğini yapmış gerçekten de.
Çok mutlu olmuştum. Satırları okudukça mutluluğumun nasıl kat kat arttığını
anlatamam. Mükemmel bir duyguydu. Hem planlarım olmuştu hem de daha önemlisi
arkadaşım insanlık tarihine geçmişti ve ben de buna tanıklık ediyordum. Mektupta
nasıl bulduğunu ve neler olduğunu şöyle anlatmış bizim ki “ Sevgili dostum. Geç
de olsa dediğimi yaptım. Elektrikli konuşma makinesini yaptım. Telefon diyoruz
artık adına. Böyle geçecek tarihe. Sen gel daha da büyütürüz işleri. Bir de
telefonla konuşma ritüeli artık “ALO” oldu. “ALO” nun anlamı ise benim sevgilim
Lolita’nın tam adı Allessandra Lolita Oswaldo. Önce gizlice Lolita’nın evine
döşedim hattı. Telefonum çaldığında ondan başkasının aramayacağını bildiğimden
“Allessandra Lolita Oswaldo” diyordum. Tabi aramalar ve deneyler sıklaştıkça bu
isim uzun gelmeye başladı. “Ale Lolos” demeye başladım. Zamanla bu bile uzun
gelmeye başladı. En son isminin baş harfleri olan “ALO” demeye başladım.
Deneylere öyle devam ettim. Tabi icat duyulunca da herkes “ALO” diyerek
kullanmaya başladı. Artık sadece Lolita’nın gaddar babasından gizli görüşmekle
kalmıyorum. Dünya tarihine geçecek bir buluş bu. İnsanlar kilometrelerce
uzaktan istediği kişiyle sesli konuşabiliyor. Şuan her yerde yok tabii.
İskoçya’ya da geç gelir. Şuan sadece benim çevrelerimde var; ama yavaş yavaş
yayılıyor. Sen de gel ki beraber çalışalım. Sen orada yapamazsın. Bonny’yi ikna
edebilirsen onu da getir. Artık Lolita ile beraber yaşayacağız o da gelirse
daha güzel olur dostum. En kısa zamanda bekliyorum.” Graham mektubun sonuna da
kaldığı yerin adresini yazmış. Hemen kasaba merkezine gidip Bonny’nin
kasabasına giden bir köyle gözlemeye başladım. Çok heyecanlıydım. Yaklaşık
yarım saat sonra bir köylünün samanları arasına saklanarak St.Albert’e vardım.
Bonny’ye mektubu göstererek yazdıklarını anlattım. O da çok heyecanlanmıştı.
Hemen plan yapmaya başladık. Yarın sabah erkenden bizim kasabada buluşup limana
giderek gemiye binecektik. İçim içime sığmıyordu. Aylardır hayalini kurduğumuz
şey sonunda gerçekleşmişti. Yarın sabah çıkıyorduk yola. O gece endişeden,
meraktan, düşünceden değil; meraktan uyuyamadım. Bir an önce sabah olsun istiyordum.
Sonunda sabah oldu ve gizlice evden çıkıp kasabaya indim. Sırtımda bir çanta
vardı. İçinde birkaç kıyafet vardı. Bir kaç da yiyecek bir şeyler. Bir de
Graham’ın yazdığı mektup. Durup durup baştan okuyordum. Okudukta daha da
heyecanlanıyordum. Karşıdan Lolita’nın geldiğini gördüm. Onun yüzünden de belli
oluyordu o mutluluk ve heyecan. O da birkaç parça giysi ve yiyecek almış. Bir
de sırf bu anı beklediği için benim haberim olmadan bana yelek örmüş. Onu
verdi. Demek ki Bonny’de bekliyordu gerçekten bu haberi. Mutluluğuma mutluluk
katmıştı bu yelek. Sahile vardık. Aylardır para biriktirdiğimizden bilet için
fazlasıyla paramız vardı. Geçtik gemiye. Yan yana oturduk Bonny ile. Ellerimiz
birleşti ve birbirimizin gözlerine bakarak pembe hayallere dalmaktan alıkoyamıyorduk
kendimizi. Hareket etmeyi haber veren düdükle kendimize geldik. Toparlandık.
Etrafımızda oturanlar genelde tüccardı. Oraya iş için gidiyorlardı. Biz ise
yeni bir hayat kurmaya gidiyorduk. O yüzden bizim gözlerimizde tarifsiz heyecan
vardı. Bunu bize bakan tüccar yolculardan anlayabiliyorduk. “Ne yapıyor? Kim
acaba bu gençler?” der gibi bakıyorlardı. El ele tutuşarak ve hayallere dalarak
geçen yolculuğumuz son bulmuştu. Graham’ın verdiği adresi sora sora bulup evine
gittik. Gördüm Graham’ı. Çok değişmiş. Saçları dökülmüş ama gözlerinde o eski
kararlılığın perçinlenmiş hali var. Sarıldık uzun uzun. Hemen oturduk,
konuşmaya başladık. Graham hararetli bir şekilde anlatıyordu yaptıklarını.
Dediğini yapmış bizimki. Onun hayalleri gerçek olmuştu. Amerika’ya gitme hayali
gerçek olmuştu. Oraya yerleşmiş hatta tomar tomar para kazanır oldu. Sevgilisi
ile rahat konuşmak uğruna çileler çekip icat yaptı ve bu icatla dünya tarihine
geçti. Ben de onun yanındaydım. Şahit oluyordum bütün olanlara ve onunla çalışacaktım
artık. Tüm dünyaya yayılacak bir icadın mucidi benim arkadaşımdı ve ben artık
onunla çalışacaktım. Lolita da Graham’ın yanına geldi, onunla beraber
yaşıyordu. Graham bu icadı geliştirmeye çalışıyordu. Gece gündüz demeden
uğraşıyordu. Lolita ise bu durumdan rahatsızdı. Ben de Graham’ın yanında
çalışıyordum. Bizzat şahit oluyordum. Bonny de fazla mutlu sayılmazdı ama
Lolita kadar değildi. Bonny küçük şeylerle mutlu olabiliyordu. Amerika’da
yaşıyorduk ve rahatsız eden kimse yoktu. Biz Graham ile çalışmalara devam
ederken Lolita gün geçtikçe tahammül edemez hale geliyordu. Bir gün Graham’ın
yanına çalışmaya gittiğimde evde Lolita’yı göremedim. Evet. Düşündüğüm şey
olmuştu. Lolita artık sürekli deney yapan Graham’a katlanamamış ve onu terk
etmişti. Graham da o günden itibaren telefon başından ayrılmaz oldu. Her an
Lolita arar ve onun adının kısaltması ile efsaneleşen hitap şekli “ALO” der
diye bekliyordu. Âşık mucit dünya tarihine geçecek ve insanlık tarihini
değiştiren bir icada imza att; ama bu icadın sebebi Lolita yanında değildi. Ben
de Bonny ile mutlu geçiniyordum. Tam benim hayat arkadaşımdı işte Bonny. Onu
gün geçtikçe daha çok seviyorum. Graham ile Bell Şirketini kurduk ve orada
çalışıyorduk. Graham sürekli telefon başından ayrılmazken bu icat tüm dünyaya
yayılmaya başladı. Ben, “Arkadaşım elektrikli konuşan makine yapacakmış.”
dediğimde bana gülenler telefonu görünce beni hatırlarlar. Dünyayı değiştiren,
insanlık tarihine çok büyük bir mihenk taşı olan bu icat bir aşığın sevgilisiyle
görüşebilmesi için yapılmıştı ve bu sevgili erkek arkadaşını terk etmişti. Çok
ilginç bir hikâye. Zaten Graham’ın içinde olduğu bir olay da normal
olamazdı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)